Yeni Kooperatifimiz CEMRE KONUT

S.S. CEMRE Konut Yapı Kooperatifinin imzaları atıldı

CEMRE KONUT / LALE KULE

1+1 Küçük Konut, Büyük Rahatlık

CEMRE KONUT / LALE KULE

S.S. CEMRE Konut Yapı Kooperatif toplantısından görüntüler

CEMRE KONUT / LALE KULE

Hedef Kilitlendi

SİMGE KONUT

1+1 Küçük Konut, Çeyrek Altın, Akıllı Yatırım

SİMGE KONUT

1+1 Küçük Konut, Çeyrek Altın, Akıllı Yatırım

S.S. OBASYA TURİZM GELİŞTİRME KOOPERATİFİ

Mekanda yolculuk sağlayan bir kültür ve turizm projesidir

S.S. OBASYA TURİZM GELİŞTİRME KOOPERATİFİ

Üye Kayıtlarımız Başlamıştır

OBASYA Projesi Yuntdağlarında kurulacaktır.

10 Nisan 2014 Perşembe

PAYLAŞMAK GÜZELDİR

PAYLAŞMAK GÜZELDİR
Paylaşıldıkça büyüdüğünü bildiğimiz iki şey var. Birisi sevgi, diğeri de bilgi. Hatta ilgiyi de ekleyerek sayıyı üçe çıkarabiliriz. Sevgi, bilgi ve ilgi.

Sevgiyi paylaştığınızda büyüdüğünü hissediyorsunuz; Bilgi ve ilgide öyle...
Sevgi bilgi ve bilgi paylaşıldıkça büyüyor. Sizi de paylaştıklarınızı da mutlu ediyor.
Şu yaptığım köşe yazısı yazma işini de paylaşmak olarak görüyorum ve yazmaktan, yazarak paylaşmaktan keyif alıyorum. Yoksa onca işin arasında zaman yaratarak köşe yazısı yazmak bu kadar kolay ve keyifli olmazdı benim için. Birisinin sizinle bilgisini paylaşması için ortam yaratmalısınız. Sormalı yardım istemelisiniz. Bilgi alma ve danışma konusu gündeme geldiğinde mutlaka anlattığım bir hikayeyi burada da paylaşmak istiyorum. Okuduğunuzda biliyorum sevecek ve sizde paylaşacaksınız.

Ölmek üzere olan yaşlı bir baba, üç oğlunu yanına çağırarak onlara vasiyette bulunur: "Oğullarım, ben ölünce, birbirinize düşmemeniz için, size sahibi olduğum 17 deveyi paylaştırmak istiyorum. Miras olarak develerin yarısını büyük oğluma, üçte birini ortancaya, dokuzda birini ise küçük oğluma bırakıyorum."  Babalarının ölümünden sonra, mirası babalarının vasiyeti  uyarınca paylaşmak üzere kardeşler bir araya gelirler. Fakat bir türlü işin içinden çıkamazlar. Mirası babalarının istediği gibi pay edemezler. Çünkü 17 sayısı ne ikiye, ne üçe, ne de dokuza bölünebilir.  Bu işin üstesinden ancak köyün tecrübe ehli, yaşlı bilgesi gelir, diye düşünüp ona giderek ve dertlerini anlatırlar. Bilge kişi; "Benim bir devem var, onu size vereyim hesaba onu da katıp öyle paylaşın"  der. Bu cömertliğe çok şaşıran oğullar, 18 deveyi pay etmeye girişirler. Önce ikiye bölerler, büyük oğul 9 develik payını alır. Sonra üçe bölerler, çıkan 6 deveyi de ortanca oğul alır. Daha sonra dokuza böldüklerinde 2 deveyi de küçük oğul alır. Ama, bütün develeri paylaştıktan sonra ortada fazladan bir deve kalır yine …
Oğullar bu duruma da bir çözüm getirmesi için yeniden yaşlı bilgeye başvururlar. Bilge kişi güler ve :"İyi öyleyse, der. Sorununuz çözümlendiğine göre ben de devemi geri alabilirim artık." der. Çocukların sorunu çözümlenmiştir. Bilgenin bir kaybı yoktur. Aksine, çocuklarının sorunu çözdüğü için mutludur.  Sevgiyi ve bilgiyi paylaşabiliyorsak, uygarca tartışabiliyorsak ve de uzlaşabiliyorsak uygarlık yolunda ilerliyoruz demektir..

Bunları anlatmamın nedeni, Manisa'da bilgi paylaşımına ve uzlaşmaya Yerel yönetimlerde büyük ihtiyacımızın olacağını gündeme getirmek ve tartışmaktır. Manisa Büyükşehir Belediye Meclisinde uzlaşma olmadan karar çıkartmak gerçekten çok zor olacak.  Manisa'nın yararına olacak sağlıklı kararlar üretebilmek için, hem danışmaya hem de uzlaşmaya büyük ihtiyacımız olacak. Bakarsınız Büyükşehir Belediye Meclisindeki durum, Manisa'da uzlaşma kültürünün gelişmesinin yolunu da açar. Dilerim öyle olur. Dilerim, barış kardeşlik dayanışma ve uzlaşma Manisa'da yaşayan bir geleneğe dönüşür...
Mustafa Pala

                                           


3 Nisan 2014 Perşembe

UZLAŞIN KAZANAN MANİSA OLSUN

UZLAŞIN KAZANAN MANİSA OLSUN

Geride bıraktığımız yerel seçimlerden hepimiz dersler çıkarmalıyız, deriz de çıkarır mıyız bilmem.
Manisa'da seçimin kazananın AKP ve Sayın Cengiz Ergün olmuştur.
Seçimin kaybedeni hiç tartışmasız CHP'dir. Seçimin bir kaybedeni de Sayın Hüseyin Tanrıverdi'dir. Partisi kazanmış kendisi kaybetmiştir. Bundan da çıkarılacak dersler olacaktır elbet.
CHP sadece Manisa'nın değil ülkenin büyük bölümünün kaybedeni olmuştur. Bu yenilginin nedenlerini CHP'nin kendi içinde araması ve çözümler üretmesi gerekir. Sayın Kılıçdaroğlu "Ben Manisa'yı önemsiyorum" demiştir. Her gittiği ilden daha çok Manisa'ya gelmiştir. Ancak bu gelişlerinin oyların artışına hiç bir katkısının olmadığı görülmüştür. Her geldiğinde ve her konuştuğunda aynı şeyleri tekrarlıyorsan söylediklerinin etkili olmasını bekleyemezsin... Seçimlerin öncesinde bu köşe'de yazdığım bir yazıda "CHP üyesinin seçtiğini, seçmen seçmiyor. Seçmenin seçeceğini de CHP üyesi seçmiyor" diye bir saptama yapmıştım. Bunun doğruluğunu bu seçimde de gördüm. Seçmenin beklentisi ile CHP üyesinin beklentisi örtüşmüyor. Sayın Kılıçdaroğlu'lun seçim çalışmaları sırasında yaptığı konuşmaları, bir A4 sayfasında özetleyebilirim. Söylemi belki meydanlarda alkış getirdi ama sandıkta oy getirmedi. Manisa'da da Sayın Cengiz Ergün'ün yakınlarını işe aldığı, yargılanmakta olduğu çok konuşuldu, bu da seçmeni etkilemedi. Demek ki sürekli olumsuzlukları dile getirmekle olumlu bir sonuca ulaşılamıyor. Sürekli karşınızdakini suçladığınızda karşınızdaki cepheyi daha da kemikleştirmiş oluyorsunuz. Bir konuyu çok konuştuğunuz zaman etkisi azalıyor. Ben, Kılıçdaroğlu'nun konuşmalarından nasıl bir Sosyal Demokrat Belediyecilik öngördüğünü inanın anlayamadım. Sayın Ecevit, "Köykent" derdi; "Halk Sektörü" derdi; "Demokratik Kooperatifçilik" derdi; "Sosyal Belediyecilik" derdi. Meydanlarda kooperatif sözcüğünü kullanmaktan ve savunmaktan korkmazdı. Şimdi büyükşehir olan Manisa'da "Köykent" tartışılmalı ve uygulanmalı bence.  Evet, her parti geride bıraktığımız seçimden gerekli dersleri çıkarmalıdır.




Başta, Büyükşehir Belediye Başkanı Cengiz Ergün olmak üzere  seçilen tüm belediye başkanlarını ve meclis üyelerini kutluyorum. Kendilerini Manisa'da büyük bir sınav bekliyor. Bu sınavdan geçerlerse, bundan sonra da politikada ön salarda olurlar. Bu sınavda başarısız olurlarsa unutulur giderler. Başarılı olmak ve söylediklerini gerçekleştirmek istiyorlarsa önlerinde anahtarı "uzlaşma" olan tek bir kapı olduğunu görmelidirler... Girecekleri bir tek uzlaşma kapısı var. Uzlaşma yoksa başarı da olmayacaktır.  AKP'nin Meclis üyelerinin toplamı, MHP ve CHP'nin Meclis Üyelerinin toplamından daha fazla. Başka bir şekilde söylemek gerekirse Sayın Cengiz Ergün büyükşehir meclisinde azınlıkta kaldı. Seçmen, Sayın Cengiz Ergün'e ve AKP'li meclis üyelerine "Uzlaşın" dedi. Uzlaşabilirlerse Manisa'ya hizmet edebilirler, uzlaşamazlarsa Manisa'ya kayıp bir beş yıl yaşatmış olurlar. 

Sayın Cengiz Ergün, mazbatalar alındığında, seçilen tüm, belediye başkanlarını ve meclis üyelerini arayarak
kutlamalı onlara bir zeytin dalı uzatmalıdır. Seçilen belediye başkanları ve meclis üyelerinin tümü parti ayrımı gözetmeksizin birbirlerini aramalı, kutlamalı ve başarı dilemelidir. Seçilenlerin tümü parti rozetlerini çıkararak göreve başlamalıdır. Seçilen başkanların tümü aynı meclisin üyesi olacaklar... Bir daha altını çizerek belirtmek istiyorum, Manisalılar seçilenlerden uzlaşma ve hizmet bekliyor. Şimdi gereken, didişme, çekişme, yarışma değil, işbirliği ve dayanışmadır. Manisa'ya hizmet etmenin ön koşulu uzlaşmadır...


Ben, seçilenlerin, Manisa'ya hizmet için, uzlaşmayı başaracaklarına Manisa'da işbirliği ve dayanışmanın yolunu açacaklarına inanmak istiyorum, inanıyorum.

Sayın Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Cengiz Ergün, sivil toplum örgütleri ile üretken bir işbirliği başlatıp sürdürebildiğinde ve uzlaşma konusunda olumlu adımlar attığında başarıyı mutlaka yakalayacaktır.  

Haydi uzlaşın, uzlaşın ki, kazanan Manisa olsun...


27 Mart 2014 Perşembe

Sevgi üstüne

Yemeden içmeden yaşanamayacağı gibi sevmeden sevilmeden de yaşanmaz. Yaşanır belki ama insanca olmaz. Sevgi de ekmek gibi su gibi temel bir ihtiyaç.


Kentler büyüdükçe insanların yalnızlaştığını, insanlar çoğaldıkça sevgilerin küçüldüğünü üzülerek gözlüyorum. Ve bu gözlemimi dostlarımla sıkça paylaşıyorum. Sevgi üstüne konuşmayı, yazmayı çok seviyorum.  Sevgi üstüne yazmak, sevgi üstüne konuşmak, sevmek kadar güzel oluyor. İnsan yazarken bile rahatladığını, yüzünde bir gülümseme belirdiğini hissediyor. İnsan hep sevdiklerin anımsıyor. Ben sevgisiz yaşayabilir miyim diye düşünüyorum da, hemen Allah korusun demek geçiyor içimden. Gerçekten Allah insanı sevgisizlikten korusun..

Ben sevgisiz olmaz derken, "Sevgi karın doyurmaz" diyenler de oluyor. Yaşamak sadece yemek içmektir. Bunu sağlayan da paradır diyecek kadar maddeci olunduğunda  sevgi anlamsız gelebilir bazılarına.  
Oysa her şey sevgiyle başlar. Önce kendini seveceksin. Kendinle barışık olacaksın. Kendini sevmek yetmez, aileni ve evini kendini sevdiğin gibi seveceksin. Sonra, mahalleni ve komşularını, sonra kentini ve hemşerilerini, sonra ülkeni ve yurttaşlarını, sonra dünyayı ve tüm insanları seveceksin. Sevdikçe, yaşamın anlam kazandığını göreceksin. Yaşama daha bir dört elle sarılacaksın. Ve doyasıya yaşayacaksın. Sevgiden ne yazılırken, ne okunurken, ne de sevilirken bıkılır. Sevgiden bıkılmaz. Sevgiden bıkan, yaşamdan bıkmış olur. Her şeyin sevgiyle başladığını bilip, seveceğiz. Bu kenti sevdiğinizde kente bakışınızın değiştiğini göreceğiz. Bu kenti sevginizde, eğilip yerdeki çöpü almaktan, ağaç dikmekten, dikilen ağaca su vermekten zevk duyarsınız. Bu kent için çalışmaktan, düşünce ve proje üretmekten zevk duyarsınız. Kenti sevmemek için nedenler üretmeyin, sorunlara bile sevgiyle yaklaşın, göreceksiniz sorunları aşmak, çirkinlikleri yok etmek kolaylaşacaktır.


Sevgi koşulsuz olmalı. Hem koşulsuz seveceksin. Hem, senin gibi düşünmeyeni de seveceksin. Senin gibi düşünmeyeni sevmek., deyince düşüncelerimi paylaştığım dostum, buna da karşı çıktı: “Koşulsuz sevmeyi kabullenememişken, bir de benim gibi düşünmeyeni sevmeyi nereden çıkardın? Bu kadarı da fazla olmuyor mu?” dedi.
Benim gibi düşünmeyeni de sevmek, benim için büyük önem taşıyor. Benim gibi düşünmeyeni sevmezsem,  sevmediğimin benim gibi düşünme yolunu tıkamış olurum. Benim gibi düşünmeyeni sevmezsem, sevgi konusunda kendimi koşullandırmış olurum. Hem kendi yolumu hem de benim gibi düşünmeyenin yolunu kapatmış olurum. İnsanı yücelten, köprüleri, yıkmak yakmak değil, yeni köprüler kurmaktır.

Ben, benim gibi düşünmeyenleri gerçekten seviyorum. Kapıları kapatmak yerine, neden benim gibi düşünmediklerini anlamak için, sürekli açık tutuyorum. Bir de, ya ben yanlış düşünüyorsam kuşkusu var içimde. Ya ben yanlış düşünüyorsam, kapıları kapattığımda doğru düşünme yolunu da kapatmış olurum diye de korkuyorum. Yine sevgi üstüne, hep sevgi üstüne. Özellikle, sevgisizliğin büyüdüğü ülkemizde, sevgi üstüne yazmak ve gerçekten sevmek, koşulsuz sevmek, benim gibi düşünmeyeni de sevmek tüm insanlar için ertelenmez görev olmalı diye düşünüyorum. O zaman, dünya daha yaşanası, yaşam daha anlamlı olacaktır.


Sevgi insanı sevmekle sınırlı değil elbet. Toprağı, toprakta yetişen ağacı, dalı, daldaki böceği, patlayan tomurcuğu,  şırıl şırıl akan suyu, uçan kuşu, var olan her şeyi de sevmek gerekiyor. Çünkü insan sevdikçe yüceliyor. Siz de sevin, insanın, sevdikçe yüceldiğini göreceksiniz. Yaşamın sevdikçe anlam kazandığını göreceksiniz.  

Pazar günü, oylarımızı kullanarak, yerel yöneticilerimizi seçeceğiz. Seçim öncesi,  gerdik gerildik, kırdık kırıldık. Yerel yönetim seçimleri sonrasında, yüreğimizden kini nefreti attığımızda yerini sevginin dolduracağından hiç kuşkunuz olmasın.

Seçim sonrasında bize düşen görev, seçilenleri kutlamak ve başarılar dilemek olmalıdır.  Ben şahsen öyle yapacağım. Seçilenleri en kısa sürede ziyaret edip, başarılar dileyeceğim. İstenirse yardımcı olabileceğimi söyleyeceğim.  Bilgi ve deneyim birikimimi kentin hizmetine sunmaktan mutluluk duyacağımı belirteceğim. Birlikte çalışma olanağı verilirse, kentimin gelişmesini katkıda bulunmaya çalışacağım. 

1 Nisan'a kinden nefretten arınmış olarak uyanmak 1 Nisan şakası olmasın.
Bırakalım dünyayı sevgi yönetsin...

Mustafa PALA
27.03.2014

 

18 Mart 2014 Salı

Şehitlerimiz Köklerimizdir

Biz bize anlatılan Çanakkale'de yaşanan kahramanlık öyküleriyle büyüdük. Biz hem milletimizi sevdik hem ülkemizi. Kutsal bildiğimiz bayrağımız yerlere düşürmedik. Biz cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk'ü hep sevdik; Adını, anısını ve kurduğu cumhuriyeti yaşatmaya yemin ettik. Biz kahramanlık ve dürüstlük öyküleriyle büyürdük. Biz askere gönderdiğimiz oğullarımızla şehit ve gazilerimizle övündük. Biz bize anlatılanları yaşlı gözlerle dinledik. Anlatılanlardan ders aldık. Çanakkale zaferinin yıldönümünde şehitler gününde bize anlatılanlardan ve bilinen bir kaç öyküyü paylaşmak isterim. Bunları paylaşmak güzel bir şarkıyı defalarca dinlemek gibi geliyor bana. Yazarken gözlerim doluyor. Okurken ne olur bilmem.

Ağır yaralı asker, zor nefes alıp vermektedir. Kelimeler tane tane dökülür dudaklarından.
“Ölmek üzereyim. Ben bir pusula yazdım. Arkadaşıma ulaştırın.” Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur: “Ben köylüm Lapsekili İbrahim Onbaşıdan bir mecit borç aldıydım, kendisini göremedim, borcumu ödeyemedim. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin” Komutan gözleri dolu yutkunur ve güçlükle konuşur. “Sen merak etme evladım” der. Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözü de “söyleyin hakkını helal etsin” olur… Aradan çok fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getirilmektedir. Getirilenlerin çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit olmaktadır. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılır. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine nede göz yaşlarına engel olamaz… Pusuladaki not: “Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil’e bir mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim.” Son nefeslerini bir mecidiyenin hesabını vermeden vermek istemiyordu benim ecdadım. Ben bu ecdatla nasıl övünmem. Ben şimdi gördüklerime nasıl üzülmem, söyleyin nasıl üzülmem?..
 
Biz kahraman bir milletin çocuklarıyız. Kahramanlığımızı içimizden bilmeyenler unutanlar olduysa da tüm Dünya bilir. Bakın,Çanakkale Savaşları'nda savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges'in yurduna döndükten sonra anlattığına: "Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar etmelidir. Hiç unutmam, savaş durmuştu. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır kayıplar vermişlerdi. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun diye sordum. Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi: "Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün". Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı.O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim. Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutan ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler..

İşte yüreğimizin atışını hızlandıran bir öykü daha Edincikli Mehmet parçalanmış kolunu göstererek bağırır: "Allah Aşkına, Allah Rızası için kes şu kolumu komutanım! Bu ilahi cümleleri emir gibi işiten Teğmen Saip, bıcağı kemikleri parçalanmış kola vurur. Gık bile dememiştir, Edincikli Mehmet. Bir sağ elindeki kola, bir ileride Allah! Allah! nidaları arasında çarpışan erlere bakar ve kolu fırlatır: "Bu kol vatana feda olsun," der. Arkadaşlarının arasına karışıp düşmana saldırmaya devam eder. Biz böyle bir ecdadın torunlarıyız. Korku nedir bilmeyiz ama haramı helali biliriz. Bir mecidiye borcumuzu helal ettirmeden ölmeyiz. Askerliği şerefli bir hizmet olarak görür, gerektiğinde vatanımız için gözümüzü kırpmadan ölüme yürürüz...

Ecdadımızı unutmak, köklerimizi kurutmaktır... Harama el uzatmak ve uzatanı hoş görmek insanlığımızı unutmaktır... Ne köklerimizi kurutalım ne de insanlığımızı unutalım...

Mustafa PALA
18.03.2014

Manisam Platformu

Öyle bir toplum olduk ki, birbirimizi yargılamaktan sevmeye zaman bulamıyoruz.
Kendini sevdirmek yerine korkutmayı yeğleyenlerin sayısı giderek çoğalıyor.
Korku ayrışmayı getiriyor. Oysa, ayrışma yerine, barışa kardeşliğe dayanışmaya daha çok ihtiyacımız var. Yürekler kin ve nefretle dolunca, sevgiye yer kalmıyor. Korkuyla ne dayanışma ne de birlik sağlanıyor. Kin ve nefretin insan yüreğine yük olduğunu anlayın artık. Bu yükün ağırlığı gergin yüzlerden ve ağır sözlerden kolayca okunmuyor mu? Ne olur atın kini nefreti yüreğinizden. Berkin'in acısı yüreğimizi yakarken, sevgiyle bakın, suçlamaları bırakın, kırıcı değil yapıcı konuşun. Birazcık empati yapın ne olur. Keşke çocuklar erişmesin diye ilaçları ulaşamayacakları yere koyduğumuz gibi ölümü de ulaşılmaz yapabilsek çocuklar için. Çocuklar ölmese diyebilsek gönülden. Çocuklar ölmesin.


Biz birbirimizi sevemeyecek miyiz, birlik olmanın tadını yaşayamayacak mıyız özgürce? Farklı düşüncelere saygı duyamayacak, farklılıkları zenginliğimiz olarak göremeyecek miyiz? Tartışarak karar üretip, tartışmasız uymayı öğrenemeyecek miyiz? Demokrasimizi güçlendiremeyecek miyiz? Bilimin aydınlattığı yolda, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşıp aşamayacak mıyız? Tasada ve kıvançta birlik olamayacak mıyız? Biz sevgiyi ve bilgiyi paylaşarak büyütemeyecek miyiz? Bu soruların yanıtın çocuklarımıza nasıl vereceğiz.

Uzlaşma gerekiyor. İşbirliği ve dayanışma gerekiyor. Ülkemde ve kentimde bunun yapılamayacağını söyleyenler çoğalırken, Manisa'da umutlarımızı güçlendiren bir gelişme yaşandı. "Manisam Platformu" kuruldu. İşbirliği ve dayanışmanın olmadığı, bireyciliğin öne çıktığı söylenen kente birlik ve dayanışma yolunu açmak için bir platform kuruluyor. Dilerim ülkemize örnek olur. Dilerim farklı görüşlerden olan insanlar bir araya gelerek el ele verip Türkiyem Platformunu kurar bir gün.

 
"Manisam Platformu" Manisa'da diğer illerde ve başka ülkelerde Manisalıların kurduğu derneklerin bir araya gelmesiyle kuruldu. Platformun kuruluş öyküsün değerli dostum Ali Gültekin'den dinledim. Platformun kuruluşunu sağlayanlara Manisalılar olarak teşekkür borçluyuz. Manisalılar olarak biz düşen görev platforma destek olmaktır. Başka kentlerde ve başka ülkelerde yaşayan Manisalıların sayısının 500 bini aştığı söyleniyor. Bu büyük güçten yararlanmalıyız. Bu güçten yararlanmayı becerirsek Manisa'yı uçururuz. Manisa'yı bir "Marka Kent" yaparız. Yeter ki, yarışmasın ve didişmenin yerini dayanışma alsın.

Sevgili Manisalılar, Manisalıların dayanışma yapamayacakları söylenir durur. Bunun haksız bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. İstenirse dayanışma oluyor. Dayanışma olmasaydı, 15 bin konutluk Yeni Manisa Projesi için bir araya gelemezdik. Dayanışma olmasaydı, zor günlerde ayakta kalamazdık. Dayanışma olmasaydı Obasya Turizm Geliştirme Kooperatifini kurup kısa sürede 102 bin metre kare arazi alamazdık. Dayanışma olmasaydı, ülkemizin en güzel Organize Sanayi Bölgesini Manisa'da kuramazdık. Var olan dayanışmamızı daha da güçlendirmeliyiz. Meslek Odaları, dernekler, sendikalar, tüm sivil toplum örgütleri beli aralıklarla bir araya gelmeli, kentin sorunlarını tartışmalı çözüm yolları ve projeler üretmeli. Bu kentin Kent Konseyi, diğer kentlere örnek olmalı. "Manisam Platformu", kentimin geleceği için, barış kardeşlik dayanışma için, umutlarımızı güçlendirdi. Bu nedenle çalışmalarına katkıda bulunmayı ertelenmez bir görev saydığımın bilinmesini isterim. Manisa Birlik olarak her türlü olanağımızla bilgi ve deneyim birikimimizle ve de yüreğimizle "Manisam Platformu"nun yanındayız.

Mustafa PALA
14.03.2014

7 Şubat 2014 Cuma

Sacayağı örgütlenme

Bir yıl sonrasıysa düşündüğün, durma tohum ek
Eğer on yıl sonrasını planlıyorsan, ağaç dikmelisin
Yüz yıl ötesi, hatta daha fazlası varsa aklında, halkı eğitmelisin
Aç birine balık verirsen bir defalık doyurmuş olursun
Eğer balık tutmayı öğretirsen,  ömrünce doyar
O nedenle bilgeler
Aç insana balık verme yerine,
Balık tutmayı öğret diye öğütler
Çünkü işin doğrusu budur


Yaklaşık 2500 yıl önce, ne güzel söylemiş  Kuan Tzu  "Balık verme, balık tutmayı öğret." diye.
Arzulanan, yurttaşın yardıma muhtaç olması değil, kendi ayakları üstünde durabilmesidir.
Halkı,teba gibi görenler hep kendilerine muhtaç olsun "al gülüm ver gülüm oyunu" sürsün isterler. Yurttaş gibi görenler, sorsun sorgulasın, kendi ayakları üzerinde durmayı başarsın isterler.  Yurttaşı  eğitirler, balık tutmayı öğretirler.  Uygar ülkelerde görev tanımları açık ve anlaşılır biçimde yapılmıştır. Devletin, belediyenin ve yurttaşların hakları ve ödevleri bellidir.  Uygar ülkelerde konut insanın temel hakkı gibi görülür. Devlet yurttaşın konut edinmesini kolaylaştıran düzenlemeler yapar, konut üretmez , üretene destek  olur.
Bir ülkeye bakın inşaat sektörü çalışıyorsa, bu durum ülkenin ekonomisi  iyidir anlamına gelir. İnşaat sektörü iyi değilse başka sektörlere bakmayın, iyi olması mümkün değildir. Ekonomiyi geliştirmek istiyorsanız, inşaat sektörüne kaynak aktarın, olumlu etkisi hemen görülecek, ekonomi hareketlenecektir.  Özal döneminde TOKİ kurulup, konut üretimine kaynak aktarılmaya başlandığında, bir anda ekonominin canlandığı görüldü. TOKİ kurulduğu yıllarda konut yapmıyor konut üretimine destek veriyordu. Çünkü doğru olan buydu.

Ekonominin lokomotifi durumundaki inşaat sektörünü, daha doğrusu konut sektörünü  hızlandırmak için, devlete, belediyelere , konut üretecek olan özel sektöre ve kooperatiflere düşen görevler vardır.
Konut üretiminin sağlıklı ve ekonomik biçimde sürdürülmesi isteniyorsa, görevler iyi tanımlanmalı, işbirliği ve dayanışma sağlanmalıdır. Konut üretimi için önerdiğimiz model: Sacayağı üretim modelidir. Bu modelde, Devlet düşen görev, konut edinmek isteyene, destek sağlamak, üretimi kolaylaştıran düzenlemeler  yapmak,  kredi sağlamaktır.  Belediyelere düşen görev, planlama yapmak, kentin gelişme alanlarında  altyapısı tamamlanmış yolları yapılmış arsa üretmek, konut  üretimini hızlandıracak önlemleri almaktır, bürokratik işlemleri hızlandırmaktır. Kooperatiflere ve konut yapımcılarına düşün görev de talep örgütlenmesi yapmak ve sağlıklı yaşanabilir bir çevre içinde kaliteli güzel konutlar üretmektir.  Sağlıklı düzenli sürdürülebilir konut üretiminin yolu budur.  Devletin de belediyenin de  özellikle inşaat sektörünün gelişmiş olduğu bölgelerde ve kentlerde konut üretimine kalkışması  gereksizdir ve yanlıştır.   Gelişmiş demokrasilerde, devlet baba değil, hayırlı evlattır. Belediye başkanı da ne prens nede şehzadedir. Belediye Başkanı, Belediye başkanı konut üretmeye kalkışmaz. Başkan, kenti tek bir apartman gibi düşünürsek o apartmanın geçici yöneticisidir.   Sonuç olarak özetlersek, Konut üretmek ne devletin nede belediyenin işidir. Konut üretmek konut yapımcılarının işidir. Herke kendi işini yapsın. Ne devlet ne belediye konut üretmeye kalkışmasın. Halkın zekasını ve girişimciliğini küçük görmesin.  Balık vermesin balık tutmayı öğretsin...














Mustafa PALA
07.02.2014

 

31 Ocak 2014 Cuma

Sevgi Kültürü

Sevgisizlik sadece bireylerde değil toplumlarda da travmaya neden oluyor. Sevgi olmadan pozitif enerji yaratılamıyor. Sevginin duygu enerjisini nasıl etkilediğini, nasıl onarıcı bir etkisinin olduğu bilinen bir gerçektir. Bir yetkilinin yaptığı sevgi dolu bir konuşmanın, dalga dalga Anadolu’ya yayıldığına, bir anda ülkenin pozitif enerjisinin yükseldiğine, yüzlerin güldüğüne hepimiz tanık oluyoruz.  Kin, öfke, nefret, düşmanlık, kıskançlık gibi olumsuz duyguların yerine şefkat, merhamet, bağışlayıcılık, yardımseverlik, iyilik yaparak mutlu olma, insanları sevme, iç huzura ve esenliğe kavuşma gibi duyguların yerleştirildiğini görsek ardından işlerin düzeldiğini de göreceğimizden hiç kuşkunuz olmasın. Yaşadığımız tüm sorunların kökeninde sevgisizlik var.

Yönetenlerin sevgiyi derinlemesine yaşaması, evrensel bir değer olarak algılayıp, yaşam biçimine dönüştürmesi ve bunu söylemine ve eylemlerine yansıtması huzurun sihirli anahtarı olabilir.  

Ne yazık ki, sevgi yerine korku tercih ediliyor genellikle. Kolaycı bir yaklaşım olduğu için, gelişmemiş toplumlarda, her şey korku üzerine biçimlendiriliyor. Ve korku kültürü egemen oluyor.

Yöneticilerin asık suratlı olması, annenin babanın çocuklarına sert görünmek için çaba harcaması, öğretmenin öğrencisini dövmesi hep korku kültüründen kaynaklanıyor. Ancak, korkutmanın da çözüm getirmediği, sürdürülmesinin de mümkün olmadığı da bilinmelidir.

İnsan, toplumun koyduğu kurallara, inandığı ve saygı duyup sevdiği için uymalı, verilecek cezadan korktuğu için değil. Kırmızı ışıkta sadece polis olduğu zaman değil, hiç kimsenin olmadığı zaman da durmalı. Hiç yalan söylememeli. Haksızlık yapmamalı.Yola tükürmemeyi, toplu bulunulan yerlerde sigara içmemeyi,  ayıplanmaktan korktuğu için değil,  insanları sevdiği için yapmalı.

En büyük evrensel değer, sevgi ve gelişim için çalışmaktır. Hem seveceksin, hem de gelişmeye gücünün yettiğince katkıda bulunacaksın. Hem seven, hem de toplumsal gelişmeye gücünün yettiğince katkıda bulunan insanlar çoğaldıkça, dünya daha yaşanası, insanlar daha mutlu ve gelecekten umutlu olacaktır.



Hiçbir kimse ülkemizde sevgi kültürünün etkin olduğunu söyleyemez. Çevrenize bakın, herkes birbirini korkutmaya çalışıyor. Devlet yurttaşı korkutarak, yaptıracağını yaptırmak isterken,  öğretmen öğrencisini, adam karısını, kadın çocuğunu korkutarak amacına ulaşmaya çalışıyor. Böyle olmasaydı. “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter.”, “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin”denilir miydi? İşkence olur muydu? Sokak ortasında, insanlar birbirinin gözünü patlatıp, ördürür müydü? Gencecik çocuklar ceplerinde silah ve bıçaklarla gezer miydi?  Evet, ülkemizde korku kültürü etkin durumdadır. Korkunun yerini sevgi almadıkça, yaşam hiç birimize anlamlı ve coşkulu gelmeyecektir.

Yaşamayı seviyor muyuz? Kendimizi, kentimizi, ülkemizi, dünyayı seviyor muyuz? Karşılıksız sevmeyi biliyor muyuz?  Yüreğimizi kin ve nefretten arındırabiliyor muyuz?  Bu soruları kendi kendimize sorduğumuzda, yanıtların pek olumlu olabileceğini düşünemiyorum. Yanıtlarımız olumlu olsaydı. Sevgi, barış, kardeşlik, işbirliği ve dayanışma olurdu. Herkes birbirinin gözünü oymak için fırsat kollamazdı. Herkes birbirinin kuyusunu kazmazdı. Herkes işini bir yana bırakıp sabah akşam dedikodu yapmazdı.

Sevgi ve gelişim iki evrensel değer. Bu değerleri yücelten kendisi de yücelir. Bu değerleri yücelten hem sevilir hem de gelişir. Sevmek üzerine birazcık kafa yorsak ve insanları sevmeye çalışsak, öfkeyi bir politika yapma biçimi olarak görmesek ne kaybederiz ki. Ancak sevgi kültürünü etkin kıldığımızda çok kazanacağımızdan hiç kimsenin kuşkusu olmamalı. Kin ve nefreti yüreğimizden atalım yerini sevgi dolduracağını ve sevgi dolu yüreklerin olduğu yerde korku kültürünün barınamayacağını hep birlikte görelim…


Mustafa PALA
31.01.2014

27 Ocak 2014 Pazartesi

Başkan Adayları Sahaya İndi

Tüm partilerin, Manisa Büyükşehir ve ilçelerinin belediye başkan adayları belirlenip açıklandı. Adaylar sahaya indiler. Çalışmalarını, uygar toplumlarda olduğu gibi sürdürüyorlar. Ankara’da mecliste yaşanan gerginliklerin yerelde yaşanmıyor olmasını sevindirici buluyor ve Ankara’daki politikacıların yereli örnek almalarını diliyorum.  Adaylar çalışmalar sırasında karşılaştıklarında, selamlaşıyorlar, el sıkışıyorlar, birbirlerine başarılar diliyorlar.  Birbirlerinin projelerini karalama yerine, kendi projelerini anlatıyorlar. “Onun yumurtası bayat” demiyorlar. “Benim yumurtalarım taze ve çift sarılı” diyorlar.

Ben Manisa’da yaşayan bir yurttaş olarak bir adaydan neleri duymak isterim ya da aday olsam neleri söylerim? Sorusunu sordum ve yanıtlarını sıraladım:
Demokratikleşmeyi, modernleşmeyi, insan onuruna saygıyı, eşitliği temel alan, çağdaş bir belediye olacağız. Hizmetleri en hızlı, ekonomik, etkin, verimli, zamanında ve yeterli biçimde sunacağız.
Bilgi ve iletişim teknolojilerinden en geniş şekilde yararlanan mekanizmaları oluşturacağız.
Demelerini ve bu konuda güvence vermelerini beklerim.

Belediyede, katılımcı, çoğulcu, etkin, demokratik, hesap veren, açıklığı temel ilke edinen, bilgi edinme hakkına saygılı, çağdaş bir yönetim anlayışının etkin olacağını duymak isterim.

Yüksekokul ve üniversite öğrencilerine, huzurlu, çağdaş yurt ve barınma olanakları sunulmasını,
bedelsiz rehabilitasyon ve koruyucu sağlık hizmetleri sağlanmasını, desteğe muhtaç engellileri, kimsesiz çocukları ve bakıma muhtaç yaşlıları sahiplenen koruyucu sosyal hizmetlerin ve sosyal yardımların verileceğini duymak isterim.

Kadınların toplumsal ve ekonomik yaşama katılımlarını sağlayıcı, kadın erkek eşitliğini güçlendirici projelerin gerçekleştirileceğini, tarihi ve kültürel mirasa sahip çıkılarak korunacağını, müzelerin geliştirileceğini, halkın kullanımına acık, bilgisayar ve İnternet destekli kütüphanelerin yaygınlaştırılacağını duymak isterim.

Kırsal ve kentsel turizmin alt yapısının ihtiyaca cevap verecek çerçevede oluşturulacağını ve bu sektöre yönelik hizmetlerin daha etkin hale getirileceğini söylemelerini beklerim.

Herkese spor yapma ve dinlenme alanı olanaklarının sağlanmasını, tüketici haklarına, kentli olma hakkına, çevre hakkına, gıda sağlığına duyarlılık gösterilmesini, kentte huzurlu ve kaliteli yaşam ortamının yaratılmasını, öncelikli görevler olarak ele alan ve bu konuda güvence veren Başkan Adayları olsun isterim.

Kadınlara ve gençlere beceri kazandıracak, Semt Evlerini, Kadın Sığınma Evlerini, Bakıma Muhtaçlar ve Yaşlılar Evlerini, Gençlik ve Kültür Merkezlerini, Halk Sağlığı Merkezlerini, Acık ve Kapalı Spor sahalarını yapacağım diyen adaylar görmek isterim.


Köşemin izin verdiği ölçüde özetlemeye çalıştığım bu istekleri gerçekleştireceğim diyen ve bunun inandırıcı biçimde kendisi de inanarak söyleyen başkan adayı yarışa bir adım önde başlamış olur.  Söylemedi demeyin bu köşe yazısında özetlenenler, bir bilemedin iki A4 sayfasında rahatlıkla anlatılabilir. Bence daha fazlasına gerek de yok.

Centilmence yarışan, davranış ve üslubuyla toplumsal barışa ve dayanışmaya katkı sağlayan tüm başkan adaylarına başarılar dilerim. Kazansak da kaybetsek de bu kentte dostluk içinde yaşayacağımızı sakın unutmayın. Manisa bizim, başka Manisa yok…


Mustafa PALA
24.01.2014

9 Ocak 2014 Perşembe

İlçemizin Adı Nasıl Yazılacak?



Sevgili Manisalılar işte size nur topu gibi bir tartışma konusu:  
Yine, üçe bölüneceğiz.  Bazı hemşerilerim, “YUNUSEMRE ilçemizin adı birleşik yazılacak” diyecek.
Bazı hemşerilerim  “Olur mu hiç ilçemizin adı YUNUS EMRE olarak ayrı yazılacak” diyecek.
Birçok hemşerimde  “aman sende,  birleşik yazılsa ne olur ayrı yazılsa ne olur” diyerek tartışmanın dışında kalacak.  Ve sonunda Manisa Valiliği bir yazı çıkararak sorunu çözecek.
Sonradan söyleyeceğimi baştan söyleyeyim:  Benim incelemelerimin ardından vardığım sonuç: Manisa’da yeni kurulan ilçenin adının YUNUSEMRE olarak birleşik yazılmasıdır. Ayrık yazıldığında büyük ozan Yunus Emre’yi, birleşik yazıldığında Yunusemre ilçemizi anlayacağız. “Yunusemre’nin altyapısı yetersiz” ya da “Yunusemre bugün sisli”  dediğimizde ilçemiz, “Gelin tanış olalım/İşi kolay kılalım/Sevelim sevilelim/Dünya kimseye kalmaz” gibi güzel dizeleri okuduğumuzda da, büyük halk ozanı Yunus Emre gelecektir aklımıza.


Bu sonuca nasıl vardım? Onu da açıklayayım hemen, İlçemizin kuruluşunu sağlayan 6360 sayılı yasaya baktım önce, ilçemizin adı birleşik yazılmıştır. Bununla yetinmeyip TDK’nun yazım kurallarına baktım. Yazım kuralı: “ Şahıs adları ve unvanlarından oluşmuş mahalle, meydan, köy vb. yer ve kuruluş adlarındaki unvan grubu; unvan kelimesi sonda ise, gelenekleşmiş olarak bitişik yazılır.” Şeklindedir. Örneğin, Mustafakemalpaşa, Orhangazi ilçeleri gibi. Özel isimler kente sokağa herhangi bir yere verildiğinde ayrık yazılır. Örneğin, Celal Bayar Üniversitesi gibi. Yunus Emre ayrık yazılmalıdır, diyenlerin tezi, özel isim olduğu için ayrık yazılmalıdır şeklindedir. Yunus Emre’nin adı Yunus’tur.  Emre bir unvan olarak sonradan verilmiştir.  Emre sözcüğü dört çeşit anlam taşımaktadır. Aşık manası tüm kalbiyle aşkı hissettirebilecek kapasiteye sahip olduklarını, dost anlamı da sadık olduklarının bir ispatı olabilir. Beyaz gözlü anlamı ise temiz ve saf yürekli olduklarına işaret edilir.  Emre sözcüğünün bir çok anlamı yanında, önde gelen anlamı aşıktır. Emre’yi sonradan verilmiş bir unvan olarak düşüneceksek, TDK Yazım Kurallarına göre, ilçemizin adının Yunusemre şeklinde birleşik yazılması gerekecektir. Emre 13.yy yaşamız olan Yunus’un soyadı değildir. Böyle olsaydı elbet ki ayrık yazılacaktı. Gazi gibi, paşa gibi bir Ünvan olarak kabul ettiğimizde ilçemizin adının YUNUSEMRE şeklinde bitişik yazılması doğru olacaktır…

İlçemizin adı olarak Yunusemre bitişik mi yazılacak ayrık mı yazılacak konusu hemen bir karara bağlanmalı ve bu konuda birlik sağlanmalıdır. Manisa Valiliği, konuya ilişkin bir açıklama yapabilir. Ya da bu açıklamayı Yunusemre Kaymakamlığı yapar. Mutlaka bir yetkili kurum açıklama yapmalı ve ilçemizin adı her yerde aynı şekilde yazılmalıdır. Yunusemreliler için, ilçelerin adında bile anlaşamadılar denilmesini istemiyorsak, mutlaka bu konuda birlik sağlamalıyız. Ben Yunusemre ilçesinde yaşayan bir yurttaş olarak, Manisa Valiliğinden bir açıklama beklediğimi buradan duyurmak istiyorum.


6360  Sayılı Kanunda ilgili bölüm aynen şöyle:  “Manisa ilinde, ekli (12) sayılı listede belirtilen Manisa Belediyesinin mahalleleri merkez olmak üzere, aynı listede yer alan köyler ve belediyelerden oluşan “Yunusemre”  ilçesi ve aynı adla belediye kurulmuştur.
Yunusemre ilçemizin adının belediye başkan adayarımızın tanıtım afişlerinde ve basınımızda ayrık şekilde yazıldığını görüyoruz.  Yanılışın düzeltilmesine, birliğin sağlanmasına, ilgililerin yapacağı bir açıklama yeterli olacaktır. Bekliyoruz…


  
   






Mustafa PALA
09.01.2014  





27 Aralık 2013 Cuma

Belediye Memurları

Belediye Başkanını “Vezir” de eden “Rezil” de eden, belediyenin çalışanlarıdır… 
Memur yapısı gereği “hayır” demeye eğilimlidir.  “Hayır” dedi mi, sorumluluk yüklenmemiş, iş yapmamış olur. Memur “hayır” demeye eğilimlidir ama yurttaş (seçmen) kendisine hayır denilmesinden hiç hoşlanmaz ve faturayı hayır diyen memura değil başkana keser…

Yurttaş kendisine “mazeret üretilmesin marifet gösterilsin” ister.
Mevzuatımızı memurlar hazırladığı için, mevzuatın içinde “hayır” demenin ipuçlarını kolayca bulabilirler.  Eğer içinden “evet” demek geçiyorsa, onun da ipuçları vardır aynı mevzuat içinde. Önemli olan niyet, hayır diyeceksen de evet diyeceksen de mevzuatın içinde uygun bir cümle bulursun.


Her belediye memurunun gönlünde yatan bir başkan adayı vardır aslında. Çalışmasını gönlüne yatan aslana göre programlar memurlar. Bu aslan mevcut başkan değilse, işi yavaşlatır. Yavaşlattığını da gönlünde yatan aslana hissettirir. Bilgi uçurur belge uçurur, adamlarına şirin görünür.

Aday olan mevcut başkanların işi kolay gibi görünse de aslında, diğer adaylardan daha zordur.  Eğer seçimin sonucunu mevcut başkan ”banko seçilir” olarak görüyorlarsa, tüm memurlar canavar kesilir. Seçimden azıcık kuşkuları varsa, izin almalar, rapor almalar, “hayır” demeler, “ takoz koymalar”  çoğalır. 

Aslında, tüm uygar ülkelerde yapılacak işlerin tümü açık ve anlaşılır biçimde tanımlandığından, memurun “hayır” demesi, sorumluluktan kaçması söz konusu olmaz. İş yaptırmak için torpil aranması, geri kalmış toplumlarda olur genellikle…

Memurumuz, neden “hayır” dediğini öyle güzel anlatır ki, sizin bile inanasınız gelir…
Ülkemizde, iş yapmayan memurun cezalandırıldığını gördünüz mü hiç?  Yanlış yapan cezalandırılır ama yapmayan hiç cezalandırılmaz.  “Salla başı al maaşı” sözü boşuna söylenmemiştir.

Belediyelerde “İsteğin yerine getiremiyoruz” denildiğinde,  boynunu büküp ayrılanların sayısı giderek azalıyor.  Yurttaş “neden” demeyi, yargıya gitmeyi öğrendi artık. Yurttaş hak aramayı biliyor. Memurun her dediğinin doğru olmadığını bilenlerin sayısı giderek artıyor. Ve bunlar akıllı seçmen sayılıyor. Kimi iş yapar,  kim sözünü memura dinletir, kim memurun sözünden çıkmaz bunu iyi biliyor.


Memur “hayır” derken, işe takoz koyarken, yönetici ona “evet” demeyi öğretendir.  İyi başkan memurun yönetimine giren değil, memurlarını yönetendir.  Bu nedenle, her başkanın ve her adayın mutlaka işi iyi bilen danışmanları olmalıdır. Olmalıdır ki, söz söylerken ve iş yaparken hata yapmasınlar. Başkanlık işi kadro işidir. İyi kadron varsa başarılı olursun, yoksa,  yoksa ne olursun? Cevap kısa, yok olursun.

Hiçbir yurttaş işim yapılmadı diye, işini yapmayan memura kızamaz, çünkü onun amiri değildir, maaşını veren değildir. Ancak, işi yapılmayan yurttaş belediye başkanına kızar, basın toplantısı yapar, dava açar ve oy vermez, kendisi oy vermeyeceği gibi, çevresinin de oy vermemesi için çalışır. Memurun güler yüzlüsü, evet demeyi bileni iş göreni, başkanın yüzünü güldürür. Benden söylemesi…

Mustafa PALA
27.12.2013

18 Aralık 2013 Çarşamba

21 Aralık Dünya Kooperatifçilik Günü


Birleşmiş Milletler tarafından 2012 yılının “Uluslararası Kooperatifler Yılı” ilan edilmesinin ardından, T.C. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, T.C. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Türkiye Koop’un katılımıyla “Türkiye Kooperatifçilik Stratejisi ve Eylem Planı” hazırlandı. T.C. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Kooperatifçilik Genel Müdürlüğü tarafından bastırılıp dağıtılan Türkiye Kooperatifçilik Stratejisi ve Eylem Planını birkaç kez okudum. İsterdim ki bu kitap daha çok bastırılsın, tüm bakanlıklara tüm ilgili kurum ve kuruluşlara tüm kooperatiflere dağıtılsın. Ancak, gördüm ki, bu güzel plandan, planı hazırlayan bakanlıkların dışındaki diğer bakanlıkların ilgili kurum ve kuruluşların haberi yok. Bunu planın başarısını olumsuz etkileyecek bir eksiklik olarak görmeli plan yeniden çoğaltarak dağıtılmalı ve illerimizde Kooperatifçilik Çalıştayları düzenlenmelidir

21 Aralık Dünya Kooperatifçilik Günü ülkemizde nasıl kutlanacak merak ediyorum. Başbakanın, ilgili Bakanların, Parti Liderlerinin konuya ilişkin açıklamaları olacak mı bakalım.

21 Aralık Dünya Kooperatifçilik Günü’nde, kooperatifleri unutanlara, kooperatifler olmadan, yoksulluğu aşmanın, gelir dağılımında adaleti sağlamanın, konut üretmenin ve sağlıklı kentler kurmanın mümkün olmadığını hatırlatıyor ve gelişmiş ülkelerin kooperatifçilikten nasıl yararlandıklarını araştırıp görmelerini diliyorum. Dünyanın gelişmiş ülkelerine baktığımızda Dünya yiyecek üretiminin 1/3’ü kooperatifler tarafından üretildiğini görürüz. İspanya ve İtalya yiyecek üretiminin % 50’sini, Hollanda ise % 83’ünü kooperatifler aracılığı ile yapıyor. İspanya’da sanayi kooperatifleri başarılı çalışmalar sergiliyor. Amerika’da kırsal kesimde elektrik dağıtımının % 90’ı kooperatifler eliyle yapılıyor.  Gelişen ülkelerin tümü kooperatifçilikten yararlanırken, biz neden yeterince yararlanamıyoruz diye düşünüyorum.

21 Aralık 1844 tarihinde, Dünya Kooperatifçilik hareketine öncülük eden ilk tüketim kooperatifinin İngiltere’de 28 dokuma işçisince kuruluşundan bu yana 169 yıl geçmiştir. Kooperatifçiliği etkili bir araç olarak gören ve kullanan ülkelerde kooperatifçilik o denli gelişmiştir ki, bugün Uluslararası Kooperatifler Birliği (ICA) yaklaşık 90 ülkede, 207 ulusal, 9 uluslararası örgütü, 1 milyara  yakın insanı çatısı altında toplayan en güçlü sivil toplum örgütü durumuna gelmiştir.

21 Aralık Dünya Kooperatifçilik Günü’nde Atatürk’ü saygıyla anarak, kooperatifçiliğe yaptığı büyük katkıları da anımsamalıyız. Atatürk’ün kooperatifçilikle ilgisi, Cumhuriyetin kuruluşundan önceye rastlamaktadır. Nitekim 1920’de TBMM’ne sunulan Kooperatif Şirketler Kanunu Tasarısı’nda Meclis Başkanı olarak M.Kemal’in de imzası vardır. 1925 yılında Atatürk’ün Tüketim Kooperatifçiliği ile özel olarak ilgilendiği 24 Mart 1925 tarih, 586 sayılı yasa ile Ankara’daki memurlara maaşlarının yarısı kadar ikramiye verilmesi, bunun da Ankara Memurlar Tüketim Kooperatifi’ne anapara olarak yatırılması uygun görülmüştür. 1929’da Zirai Kredi Kooperatifleri Kanunu çıkarılmıştır. 1931 yılında Türk Kooperatifçilik Cemiyeti kurulmuştur. 1935 yılında Tarım Kredi ve Tarım Satış Kooperatifleri yasaları çıkarılmıştır. 1936 yılında Atatürk’ün bir numaralı ortağı olduğu Tekir Tarım Kredi Kooperatifi kurulmuştur. Kooperatifçiliğe yönelik her girişim Atatürk’ün önderliğinde Atatürk’ün direktifiyle başlatılmıştır. Atatürk’ten sonra hiç bir kamu yöneticisi kooperatifçiliğe Atatürk kadar sahip çıkmamıştır. Kırsal ve kentsel alanda çekilen sıkıntıların bir nedeni de kooperatifçiliğe yeterli desteğin sağlanmamasıdır.

Bugün kooperatiflerin tümü, kırsal ve kentsel kesimde ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Var olduğu söylenen birçok kooperatif de, ismen var cismen yok gibidir Kooperatifler etkili demokrasi okullarıdır. İnsanlarımız kooperatiflerle ürünlerini değerlendirirken, konut edinirken, birlikte iş görme alışkanlığı da edinmektedirler. Kooperatiflerle hem demokrasi gelişir hem de barış kardeşlik ve dayanışma güçlenir.

21 Aralık Dünya Kooperatifçilik Günümüz Kutlu Olsun…


Mustafa PALA
18.12.2013




13 Aralık 2013 Cuma

Belediye Başkanı



Bedeni ile çalışana İŞÇİ, bedeni ve beyni ile çalışana USTA denir.
Bedeni beyni ve yüreği ile çalışana da BELEDİYE BAŞKANI denir.
Belediye başkanı işçidir, ustadır ve sanatçıdır.  Sanatçı belediye başkanı kenti sanat eserine dönüştürür.
Belediye başkanı için yüzlerce tanım yapılabilir. Yapılan tanımlar, belediye başkanına, tanımı yapan seçmene ve seçmenin beklentilerine göre değişmektedir.

Belediye başkanı elli-altmış bilemedin yüz bin daireli kent apartmanının yöneticisidir de denilebilir. Başkandan beklenen apartman yöneticisinden beklenendir öncelikle.  Apartman temiz olsun bakımlı olsun, asansörü çalışsın, altyapısında sorunlar yaşanmasın istenir ya, kent için de istenenler aynıdır. Kent temiz bakımlı güzel olsun, sorunlar yaşanmasın istenir.

Belediye başkanı kendini şehzade gibi görmesin, sultanlık beklentisi içinde olmasın, seçilmiş kral sanmasın yeter.  Başkana kolay ulaşılabilse, kimse işi görülsün diye adamını bulmak için zaman ve çaba harcamasa, caddelere fotoğraflarını asması yerine caddelerde sokaklarda kendi dolaşsa, dolaşırken çevresinde korumalar değil yurttaşlar olsa, daha güzel olmaz mı olur elbet. Hatta gidip bazı günler kahvede arkadaşlarıyla pişti oynasa, öyle başkana “halk adamı” da denilir ve mutlaka çok sevilir. 



Başkan parkları bahçeleri düzenlese güzel anıtlar ve heykellerle donatsa, öyle başkana “sanatçı başkan” denir.  Öyle başkanlar kentlerini Marka Kent yaparlar.
Adaylar programlarını açıklayacaklar seçimler öncesinde. Programın altındaki ya da üstündeki adlarını değiştirin, inanın hiç yadırgamazsınız. Çünkü hepsi de benzer şeyler söyleyecek, sorunlara benzer çözümler önerecektir. Kuşkusuz seçmen söylenenden çok söyleyene bakacaktır.  Söyleyen söylediklerini yapabilecek bir kişimi onu değerlendirecektir.  Bazılarında söylem güzeldir de, eylem kuşkuludur.  Başkanın eylemi söylemiyle tutarlı olmalıdır. Yapılmayacak işi dünya üstüne çullansa yapmamalı, yapılacak işi herkes önüne dikilse yine yapmalı. Başkan dediğin yürekli olmalı…



Açıklık doğruluğun gereğidir. Gizlilik kuşku yaratır. Kuşku gelişmeyi önler. Başkan açıklığa önem vermelidir. Başkanın kapısı da zihni gibi açık olmalıdır. Başkan katılım olmadan atılım olmayacağının bilmelidir. Başkan düşünmeli, düşündüğünü anlatabilmeli. Projeye dönüştürüp uygulayabilmeli.


Başkan aslında, çok sesli bir orkestrayı yöneten şef olmalı.  Başkan çok sesliliğin uyumunu sağlayabilmeli. Çok sesliliğin uyumu, işte bu demokrasinin olmazsa olmazıdır. Çok sesliliğin uyumunu sağlayabilen başkanın önerileri genellikle oy çokluğu ile değil, oy birliği ile karar dönüştürülür meclislerde.  Başkanın ağırlığı var denir.  Ağırlıkla saygınlık birlikte gelişir. Başkan saygın olmalıdır. Saygı gören aynı zamanda sevgi de görür.

Hem kolay iş belediye başkanlığı hem de çok zor iş.  Yasalara uyacaksın bu bir. Kenti halkla birlikte yöneteceksin bu iki. Kendini seçilmiş kral gibi görmeyeceksin, halka tepeden bakmayacaksın, kendini halktan biri sayacaksın bu üç. Haktan adaletten hukuktan ayrılmayacaksın herkese hakça davranacaksın, halktan kopmayacaksın o zaman başkanlık kolay ve keyifli olur…

Hadi hayırlısı, dilerim yukarıda tanımlamaya çalıştığım başkanlar görür kentlerimiz…



Mustafa PALA
13.12.2013

6 Aralık 2013 Cuma

Sevgi Kültürü



Sevmek, dünyanın en zor işi olsa gerek. Sevgiyi derinlemesine yaşamaktan söz ediyorum. Sevgiyi derinlemesine yaşamak, sevgiyi evrensel bir değer olarak algılayıp, yaşam biçimine dönüştürmekle mümkün oluyor.

Sevmek gerçekten dünyanın en zor işi. Zor iş olduğu için, sevgi yerine korku tercih ediliyor hep. Kolaycı bir yaklaşım olduğu için, gelişmemiş toplumlarda, her şey korku üzerine biçimlendiriliyor. Ve şimdi ülkemizde olduğu gibi, korku kültürü egemen oluyor.

Kural dışı her şey için bir ceza düşünülmesi ve uygulanması, yöneticilerin asık suratlı olması, annenin babanın  çocuklarına sert görünmek için çaba harcaması, öğretmenin öğrencisini dövmesi hep korku kültüründen kaynaklanıyor. Ancak, korkutmanın da çözüm getirmediği, sürdürülmesinin de  mümkün olmadığı da biliniyor. Korkunun öne çıkarılmasını toplum yaşamında korku kültürünün egemen olmasını ilkellik olarak görenlerin sayısı artamadığı için, toplumsal gelişme, toplumsal barış, işbirliği ve dayanışma olamıyor. Tüm bu değerlerin yerini, çekişme, çatışma ve dedikodu alıyor.

İnsan, toplumun koyduğu kurallara, inandığı ve saygı duyup sevdiği için uymalı, verilecek cezadan korktuğu için değil. Kırmızı ışıkta sadece polis olduğu zaman değil, hiç kimsenin olmadığı zaman da durmalı. Hiç yalan söylememeli. Haksızlık yapmamalı.

Yola tükürmemeyi, toplu bulunulan yerlerde sigara içmemeyi,  ayıplanmaktan korktuğu için değil,  insanları sevdiği için yapmalı.

En büyük evrensel değer, sevgi ve gelişim için çalışmaktır. Hem seveceksin, hem de gelişmeye gücünün yettiğince katkıda bulunacaksın. Hem seven, hem de toplumsal gelişmeye gücünün yettiğince katkıda bulunan insanlar çoğaldıkça, dünya daha yaşanası, insanlar daha mutlu ve gelecekten umutlu olacaktır. Korku kültürünün yerini sevgi kültürünün alması gerekiyor.

Evrensel değer olarak, gördüğümüz sevgi ve gelişme için çevremize bakıp, bir değerlendirme yapmaya çalışsak nasıl bir sonuca varırız? Her halde, sevgi kültürünün etkin olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü herkes birbirini korkutmaya çalışıyor. Devlet yurttaşı korkutarak, yaptıracağını yaptırmak isterken,  öğretmen öğrencisini,  adam karısını, kadın çocuğunu korkutarak amacına ulaşmaya çalışıyor. Korku kültürü hakim durumda. Böyle olmasaydı. “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter.”, “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin”denilir miydi? İşkence olur muydu? Sokak ortasında, insanlar birbirinin gözünü patlatıp, ördürür müydü? Gencecik çocuklar ceplerinde silah ve bıçaklarla gezer miydi?  Evet, ülkemizde korku kültürü hakim durumda. Korkunun yerini sevgi almadıkça, yaşam hiç birimize anlamlı ve coşkulu gelmeyecektir.

Yaşamayı seviyor muyuz? Kendimizi, kentimizi, ülkemizi, dünyayı seviyor muyuz? Karşılıksız sevmeyi biliyor muyuz?  Yüreğimizi kin ve nefretten  arındırabiliyor muyuz?  Bu soruları kendi kendimize sorduğumuzda, yanıtların pek olumlu olabileceğini düşünemiyorum. Yanıtlarımız olumlu olsaydı. Sevgi, barış, kardeşlik, işbirliği  ve dayanışma olurdu. Herkes birbirinin gözünü oymak için fırsat kollamazdı. Herkes birbirinin kuyusunu kazmazdı. Herkes işini bir yana bırakıp sabah akşam dedikodu yapmazdı.

Sevgi ve gelişim iki evrensel değer. Bu değerleri yücelten kendisi de yücelir. Bu değerleri yücelten hem sevilir hem de gelişir. Sevmek üzerine birazcık kafa yorsak ve insanları sevmeye çalışsak ne kaybederiz ki.

Mustafa PALA


 
back to top