Paniğin bağışıklık sistemini % 50 zayıflatan bir etkisi olduğu söyleniyor. Paniklediğimizde zihnimiz bize inanılmaz oyunlar oynayabilirmiş.
Korku çoğu zaman iyidir sizi hayatta tutar lakin panik her zaman kötü sonuçlar verir biliyoruz. İnsanın boş kaldığı, amaçsız hissettiği anlar ise zihnine en kolay yenildiği anlardır.
Boş kalmayınız, plan program yapınız projeler üretiniz. Benim en çok kullandığım cümle “İşin biterse işin biter” cümlesidir. Uyduğumuz anların dışında hep bir işiniz olmalı.
Bu gün köşemde iki kısa öykü paylaşacağım. Öykülerin ikisinde de panikleme var. Öykülerin ikisinde de olumsuzu düşünmek var. Kanser olan bir hasta “Ben bu kanseri yenerim” diyorsa yenmesi kolaylaşıyor “Bu dert beni öldürür” diyorsa kurtuluşu olmuyor. Başaracağımı demek başarmak için çalışmak gerekiyor.
Bu iki öyküyü çok beğendim. Paylaşmak benden, okuyup yorumlamak sizden.
UMUT YÜKLENMİŞ YÜREKLERİ UNUTMAYIN
Kışın çetin ve dondurucu soğukta dışarıda nöbet tutan muhafızına “üşümüyor musun?” diye soran Padişah'a muhafız; “ Alışığım Padişahım” der. Padişah; “Neyse ben seni sıcak tutacak bir şeylerin getirilmesi için emir vereyim.” Diyerek ayrılır muhafızın yanından. Padişah sarayının sıcak ve rahat ortamında emri vermeyi unutur. Ertesi sabah kapıda donarak ölmüş muhafızın cesedini görenler durumu Padişah'a bildirirler. Padişah çok üzülür. Ölüm haberini getiren vezir konuşmaya devam eder. “Padişahım birde, Muhafız ölmek üzereyken duvara zarzor bir not çızıktırmış.” Padişah merakla; “Ne yazmış?” Vezir notu bire bir okur. Ürkek duruşu ve titrek sesiyle. "Beni soğuk değil, Padişahımın sıcak elbise vaadi öldürdü.
Umutlandırmayın. Umut yüklenmiş yürekleri unutmayın. Unutursanız evvela umudu öldürürsünüz. Sonra güveni sonra direnişi, sonra sevgiyi sonrasında da özverili sevenlerinizi...
PANİK.
1950’li yıllarda bir İngiliz şilebi Portekiz’den aldığı Madura şaraplarını İskoçya’ya götürür. Demir attığı limanda yükünü boşalttıktan sonra, şilepte çalışan denizcilerden biri unutulan şarap kolisi kaldı mı diye denetlemek üzere soğuk hava deposuna girer. Onun içeride olduğunu fark etmeyen başka bir denizci ise, kapıyı dışarıdan kapatır. Soğuk hava deposunda mahsur kalan denizci, var gücüyle bağırır, çelik duvarları yumruklar, ama kimseye duyuramaz sesini. Çakısıyla içeriden açmaya çalışır kapıyı, mümkün değildir. Boş şilep, yeni yükünü almak üzere Portekiz’e doğru yola çıkar.
Mahsur denizci, depoda açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek bulur. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının bilincindedir. Kapıyı açamayan çakısıyla, çelik duvarlara kendisini bekleyen ölüm sürecini yazmaya, daha doğrusu kazımaya başlar. Günbegün, adeta bilimsel bir titizlikle soğuğun vücuduna önce uyuşturucu sonra yavaş yavaş öldürücü etkilerini, el ve ayaklarının nasıl duyarsızlaştığını, donan burnunu ve buz gibi havanın dayanılmaz yakıcılığını anlatır.
Şilep Lizbon’a demir attığında, soğuk hava deposunun kapısını açan kaptan, zavallı denizcinin cesediyle karşılaşır. Duvarlara kazıdığı acılı sonunu okur ve kendisi de hayretten dona kalır.
Çünkü soğuk hava deposunun derecesi 19’dur. İskoçya’ya götürdükleri Madura şarapları 18 derecede taşınmayı gerektirirmiş, şilep yükünü boşalttıktan sonra soğutma sistemi zaten kapatılmış olup, kendi haline bırakılan deponun sıcaklığı bir derece de yükselmiştir.
Yani
biçare denizci donarak ölmemiş, donduğunu sandığı (ya da donacağına inandığı)
için ölmüştür.