Yeni Kooperatifimiz CEMRE KONUT

S.S. CEMRE Konut Yapı Kooperatifinin imzaları atıldı

CEMRE KONUT / LALE KULE

1+1 Küçük Konut, Büyük Rahatlık

CEMRE KONUT / LALE KULE

S.S. CEMRE Konut Yapı Kooperatif toplantısından görüntüler

CEMRE KONUT / LALE KULE

Hedef Kilitlendi

SİMGE KONUT

1+1 Küçük Konut, Çeyrek Altın, Akıllı Yatırım

SİMGE KONUT

1+1 Küçük Konut, Çeyrek Altın, Akıllı Yatırım

S.S. OBASYA TURİZM GELİŞTİRME KOOPERATİFİ

Mekanda yolculuk sağlayan bir kültür ve turizm projesidir

S.S. OBASYA TURİZM GELİŞTİRME KOOPERATİFİ

Üye Kayıtlarımız Başlamıştır

OBASYA Projesi Yuntdağlarında kurulacaktır.

27 Aralık 2017 Çarşamba

DEĞİŞİMİN ÖNÜNDEYİZ


Yılın son günlerinde yapmamız gereken “Biz nerede hata yaptık?” sorusuna yanıt aramak olmalıdır.

Bazı insanlar değişimin önünde, ama nasıl biliyor musunuz?  Değişimi hızlandırmak için öncü olarak değil, değişimin hızını kesmek için engel olarak önünde...

“Taş devrine, taş bittiği için değil, kafalar değiştiği ve geliştiği için son verildi” Kafalar değişmeseydi ve gelişmeseydi ne taş biterdi ne de taş devri. İyi mi olurdu kötü mü olurdu bilemiyorum. Ancak, bu kadar çok sorunumuz olmazdı. Nehirlerimiz ve denizlerimiz kirlenmezdi, ozon tabakası da hiç delinmezdi. Yaşamı kolaylaştıran buluşlarda olmazdı ama hava, su, toprak kirlenmesinin getirdiği hastalıklar da olmazdı. Doğal olarak atom bombası da olmazdı. Kimyasal silahlarda olmazdı. Büyük savaşlarda olmazdı. Ancak değişim gerekli. İyiye güzele doğru değişim gerekli.

Kafayı değiştirmeden hiçbir şeyin değişmediği, değişim olsa da bunun algılanmadığı biliniyor. Kafasını değiştiremeyenler değişime de engel oluyorlar. Değişimin hızını kesiyorlar.

Çok yazdım çok söyledim. En büyük kusurumuz: Sorunlarla yaşamaya hemen kolayca alışıvermek. Her yıl, hatta her gün aynı filmi, bir Kemal Sunal filmi gibi bıkmadan usanmadan gülümseyerek izlemek. Sorunlar, alıştığımız bir giysi, kirli bir gömlek gibi üstümüzde duruyor, rahatsızlık belirtisi göstermiyoruz, sırtımızdan çıkarıp atmıyoruz.

2017 yılını da geride bırakıyoruz. Yıl içinde kriz alttan alta yokladı. Belli sıkıştırmalar oldu ancak, tansiyonumuzun yükseldiği anlar oldu. Hemen ardından böbreğimizden taş aldırmak zorunda kaldık. Neyse gelen sıkıntıları sorunsuz aşmayı başardık. Anlayacağınız 2017 yılını olaylı geçirdik. Sıkıntılarımız yok değil,  bir bölümü ister istemez 2018’e de taşınacak. Dileriz bizi yönetenler ve biz hepimiz, 2017’nin son günlerinde,  yaptıklarımızı yapamadıklarımızı ve yapacaklarımızı serin kanlılıkla yeni baştan bir düşünürüz. Buna gerçekten ihtiyacımız var.

Hepimiz, kendimize “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu mutlaka sormalıyız. Bu sorunun yanıtını mutlaka hepimiz bulmalıyız. Aslında da grup grup toplanıp “Biz nerede hata yaptık?” sorusunun yanıtını bulmaya çalışmalıyız. İnanın çok yararlı olacaktır. Bunu her düzeyde yapmalıyız.

Ülkenin her yerinde, her kentinde, her evinde yapmalıyız bunu. Ankara’da  bizi yönetenlerde yapmalı. Manisa’da ki yöneticiler de. Herkes “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu kendine sormalı. “Kimse ayranım ekşi demez” demeyin. Ayranımız ekşiyse tatlı diyerek bir yere varamayacağımızı öğrenmek için daha da geç kalmamalıyız.

Değişimin önünde olmalıyız. Ama nasıl?  Elbet, değişimin isteklisi, destekçisi ve değişimin öncüsü olarak önünde olmalıyız. Atın arabanın önünde olduğu gibi olmalıyız. Atı arabanın ardına koşamazsınız. Değişimin önünde dursanız da uzun süre kalamazsınız. Değişim zorluyor. Dileriz tüm değişimler, ülkemizin, dünyamızın ve tüm insanlığın yararına olur.



21 Aralık 2017 Perşembe

21 ARALIK DÜNYA KOOPERATİFÇİLİK GÜNÜ KUTLU OLSUN


KOOPERATİFLER SADECE KALKINMANIN DEĞİL DAYANIŞMANIN VE TOPLUMSAL BARIŞIN DA GÜVENCESİDİRLER. ÜLKEMİZDE KOOPERATİFÇİLİĞİN DEĞERİ YETERİNCE ANLAŞILAMADI

1975 yılından bu yana aralıksız 42 yıldır kooperatifçilik yapıyorum. Ülkemizde, kooperatiflerin değeri yeterince anlaşılamadı. Kentsel ve kırsal kalkınmaya büyük katkı sağlayacak olan kooperatiflere destek olunmuyor. Birçok kooperatif ayakta kalma mücadelesi veriyor. Kooperatiflerin çoğu isim olarak var cisim olarak yok.

KOOPERATİFLER ALTIN DÖNEMİNİ ATATÜRK’ÜN SAĞLIĞINDA YAŞADI

Ülkemizde kooperatifçilik hareketi “altın dönemini” Atatürk’ün sağlığında yaşamıştır. Atatürk’ten sonra hiçbir kamu yöneticisi kooperatifçiliğe Atatürk kadar sahip çıkıp destek olmamıştır. Ecevit döneminde de özellikle kırsal kooperatifçiliğin gelişmesi için çalışmalar yapılmış ancak başlayan çalışmalar sürdürülememiştir. Bugün kırsal ve kentsel alanda çekilen sıkıntıların bir nedeni de kooperatifçiliğe yeterli desteğin sağlanmamasıdır.

GELİŞMİŞ ÜLKELERİN TÜMÜNDE KOOPERATİFLER EKONOMİNİN TEMELİNİ OLUŞTURURLAR

21 Aralık 1844 tarihinde Dünya Kooperatifçilik hareketine öncülük eden ilk tüketim kooperatifinin İngiltere’de 28 dokuma işçisince kuruluşundan bu yana 173 yıl geçmiştir. Bir buçuk asırdır, kooperatif hareketi o denli gelişmiştir ki, bugün Uluslararası Kooperatifler Birliği (ICA) yaklaşık 90 ülkede 207 ulusal 9 uluslararası örgütü, 700 milyona yakın insanı çatısı altında toplayan en güçlü sivil toplum örgütüdür.
Amerika’da kırsal kesimde elektrik dağıtımının % 90’ı kooperatifler eliyle yapılıyor. Tarımda gelişen birçok ülkede örneğin Hollanda’da, İsrail’de kooperatifçilikten yararlanılıyor. İspanya’da sanayi kooperatifleri çok gelişmiş durumda.
Ülkemizde cumhuriyetin ilk yıllarında büyük önder Atatürk kooperatifçiliği desteklemiş, bu nedenle de Atatürk’ün yaşadığı yıllarda kooperatifçilik Altın Dönemi’ni yaşamıştır. Atatürk’ün zamansız ölümünden sonra “gümüş ve bronz dönemleri” hızla geçmiş, kooperatifçilik destekleneceği yerde kösteklenmiştir. Kırk yıldır kooperatifçilik yapan bir kişi olarak, şimdi üzülerek belirtmeliyim ki, kooperatifçiliğe gelişmesi için verilmesi gereken destek verilmiyor. Bugün kooperatiflerin tümü, kırsal ve kentsel kesimde ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Var olduğu söylenen birçok kooperatifte ismen var cismen yok gibidir.

BAKANLIKLAR VE İLGİLİ BİRİMLER ARASINDA KOORDİNASYON YOK

Kooperatiflerle Tarım Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Çevre Şehircilik Bakanlığı ve sayısız Genel Müdürlük ilgileniyor. Birbirleri arasında eşgüdüm yok. Kooperatifler için gerekli olan bir bakanlık ve bir banka kurulamadı. Kooperatiflerin bir bankasının olmayışı gelişmesini olumsuz yönde etkilemektedir. Çalışmalarını Türkiye’nin yardımıyla sürdüren Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Kooperatifler Merkez Bankası varken ülkemizde olmaması hem üzücü hem de düşündürücüdür.
21 Aralık Dünya Kooperatifçilik gününde Atatürk’ü saygıyla anarak, kooperatifçiliğe yaptığı büyük katkıları anımsamalıyız. Atatürk’ün kooperatifçilikle ilgisi cumhuriyetin kuruluşundan önceye rastlamaktadır. Nitekim 1920’de TBMM’ne sunulan Kooperatif Şirketler kanunu tasarısında Meclis başkanı olarak M. Kemal’in de imzası vardır. 1925 yılında Atatürk’ün Tüketim Kooperatifçiliği ile özel olarak ilgilendiği 24 Mart 1925 tarih 586 sayılı yasa ile Ankara’daki memurlara maaşlarının yarısı kadar ikramiye verilmesi, bunun da Ankara Memurlar Tüketim Kooperatifine anapara olarak yatırılması uygun görülmüştür. 1929’da Zirai Kredi Kooperatifleri Kanunu çıkarılmıştır. 1931 yılında Türk Kooperatifçilik Cemiyeti kurulmuştur. 1935 yılında Tarım Kredi ve Tarım Satış Kooperatifleri yasaları çıkarılmıştır. 1936 yılında Atatürk’ün bir numaralı ortağı olduğu Tekir Tarım Kredi Kooperatifi kurulmuştur. Kooperatifçiliğe yönelik her girişim Atatürk’ün önderliğinde, Atatürk’ün direktifiyle başlatılmıştır.

SİYASETÇİLERİMİZİN NE DİLİNDE NE DE GÖNLÜNDE KOOPERATİFÇİLİK YOK

Şimdi kooperatifçiliği sözcük olarak bile kullanmayan siyasetçilerimiz var. Kooperatifçiliği sözcük olarak bile kullanmayan iktidar ve muhalefet partilerindeki siyasetçilerimizden, kooperatiflerin bir bakanlıkta toplanmasını, kooperatiflerin finansman ihtiyacının karşılanması için Kooperatifler bankasının kurulmasını istemenin bir anlamı var mı bilemiyorum. Ancak kooperatiflerin tüm iş ve işlemleri kooperatifler bakanlığında yürütülürse ve bir de bankası olursa, ülkemizin kalkınmasına kırsal ve kentsel kesimde birçok sorunun çözümlenmesine kooperatiflerin büyük katkısı olacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Kooperatifler, ulusal ve evrensel barışı, dayanışma ve demokrasiyi güçlendirir. Kooperatifçiliğin toplumun güçsüz kesimleri için umut ışığı olabilmesi merkezi ve yerel yönetimlerin kooperatifleri desteklemesiyle mümkündür. Ancak tüm sivil toplum örgütlerine olduğu gibi kooperatiflere de kuşkuyla bakılıyor. Destek olması gerekenler köstek oluyor. Ancak sivil toplumun güçlenmesi ile engeller kolayca aşılacak, güçlenen sivil toplum içinde kooperatifler yerini alacaktır. Özellikle Avrupa Birliği ile görüşmelerin ilerlemesi ile merkezi ve yerel yönetimler kooperatiflerin üstüne eskisi kadar rahat gidemeyecekler, destek vermeseler de engel olamayacaklardır.
İnsan soyu yaşadıkça, işbirliği ve dayanışma olacak. İşbirliği ve dayanışmanın olduğu ortamlarda da kooperatifçilik gelişip güçlenecektir. Bugün kooperatiflere karşı çıkanlar köstek olanlar hep unutulup gidecek, ama kooperatifçiliğe destek veren Atatürk’ün adı ve anısı hep yaşayacak, önümüzü aydınlatacaktır.

Sayıları giderek azalan kooperatiflerde ayakta kalma mücadelesi veren tüm kooperatifçilerimizin kooperatifçiler günü kutlu olsun...



19 Aralık 2017 Salı

OLUMLU DÜŞÜNMEK


Ne yazmalıyım diye düşünürken, önce Kudüs üzerine yazayım dedim. Sonra, yazacak çok şeyin olmadığını gördüm. Birkaç cümle yazabilirim sadece.
Kudüs dünyanın hoşgörü ve barış merkezi olmalı. Farklı inançların ve kültürlerin bir arada insan olma temelinde barış kardeşlik ve hoşgörü içinde yaşayabileceklerini Kudüs’te göstermeliler. Savaş baronları ve çığırtkanları Kudüs’ten elini çekmeli. Benim dileğim bu. Bu güzel dilek tüm insanlığın dileği olarak dile getirilmeli. Her konuda olduğu gibi Kudüs konusunda da olumlu düşünmek gerek.

Bilinçaltınızı olumlu bir yapıya kavuşturmanın yolu, öncelikle konuşmalarınızın içinde bulunan, olumsuzluk taşıyan küçük büyük tüm ifadeleri ayıklamaktır.

Konuşmalarımızdaki kullandığımız olumsuz sözcükler ve bu sırada aklımızdan geçen olumsuz düşünceler tek başlarına zararsız bile görünseler, bir zaman sonra bilinçaltımızda son derece zararlı etkilere yol açıyorlar. Bu sözcükleri kullanırken geriliyoruz. Olumsuz tutum alarak saldırganlaşıyoruz.
Siz değişirken, çevrenizde üzülmek için fırsat kollayan devamlı üzülen, olumsuz insanların bu huylarını değiştirmeye uğraşın. Bir insan nasıl düşünürse öyle yaşar. Üzüntü, sağlıksız ve yıkıcı bir zihinsel alışkanlık, bir hastalıktır. Üzüntü parça parça yok edilir. Bunun için önce küçük şeylere üzülmeyi bırakınız. Konuşmalarınızdan üzüntü ve korku belirten kelimeleri çıkarınız. “Ben yapamam” cümlesi bir hastalık belirtisidir. Daima ben başarırım, ben yaparım deyin. Günde 20 kez ben yaparım, ben başarırım diye tekrarlayın. İleride otomatik olarak böyle düşünmeye başlayacaksınız. “Yapamam” demeyin. Eğer sürekli olarak yokları düşünürseniz varlara ulaşamazsınız. Eğer gerçekçiyim diye övünüyorsanız ve gerçekçiliğiniz sizi karamsar yapıyorsa siz gerçekçi değil karamsarsınız. Mutlu olmanın mümkün olabileceğini düşünün. Coşkulu yaşayın. Dinlediğiniz iç karartan şarkıları değiştirin. Çevrenizdeki olumsuz insanlardan uzaklaşın.

İşin başlangıcı kendinizle barışık olmaktır. Hiçbir şeye canınızı sıkmayın. Bir sandalyeye dik olarak oturun. Rüzgarın hızla estiğini düşünün. Bütün olumsuz duygularınızı tek tek rüzgara bırakın ve rüzgarın alıp gittiğini düşünün. İsterseniz olumsuz düşüncelerini dipsiz bir kuyuya ya da hızla akan bir nehre atabilirsiniz…

En azından 15 dakika boyunca içinizdeki nehre yoğunlaşınız. Bütün kötü olumsuz duyguları korkuları içinizdeki nehre atıp akıp gitmesini sağlayınız. Bedensel olarak duyduğunuz duyumlar nehirden akıp gitsin Düşüncelerin gelip yanınızdan adeta bir tren gibi geçmesine yardımcı olun. Mümkünse hiç bir şey düşünmeyin. Hiçbir şeye karşı koymayın. Bütün kötü düşünceler sizi yalayıp gitsin. Akan suya baraj olmayın. Yollayın gitsin, aksın gönlünce. Duran su kokar, hastalık yapar. Bentleri kaldırın.

Bunu günün her anı yapmaya gayret ediniz. Kendinize karşı durmayın. Bunları yaparken uyuklamayın vücudunuzu bilinçli şekilde hissedin. Ben size meditasyon yapmanızı da öneririm. Araştırın öğrenin ve günde iki kez 15-20 dakika meditasyon yapın.

Vücudunuz sizin mutlu ve huzurlu yaşadığınız evinizdir. Evinizi çöp eve dönüştürmeyin. Olumlu işler başarmak mutlu yaşamak istiyorsanız, olumlu düşünmeyi öğrenin. Olumlu düşünürseniz ömrünüz uzar, sevenleriniz çoğalır mutlu olursunuz…



7 Aralık 2017 Perşembe

BAĞLILIKLAR ZAYIFLIYOR


Bağlılıkların zayıflaması pek üzerinde durmadığımız, farkında olmadığımız bir gelişme. Evet bağlılıklar zayıflıyor. Mekana, kişiye, topluma, işe, aileye bağlılıklar giderek zayıflıyor.

Kişilere bağlılığın zayıflamasını, bekarlığı tercih edenlerin çoğalması, ayrı yaşama isteklerinin artması, ailelerin küçülmesi olarak görüyoruz. Mekana bağlılığın zayıflaması, iç ve dış göçler olarak çıkıyor karşımıza. “Doğduğumuz yer, doyduğumuz yer” olmuyor artık.

Bağlılık aşiretlere ve inanç temelli örgütlenmelere karşıda giderek azalıyor. Siyasi partilere karşıda azalıyor bağlılıklar. Bir önceki seçimde alınan oylar bir sonraki seçimde alınmayabiliyor. Bağlılığın azalmasını iyi bir gelişme olarak görenler de var, kötü olarak değerlendirenler de. Ben iyi bir gelişme olarak görüyorum. Bağlılıkların azalması benim için özgürleşme anlamı taşıyor. Bağlılıklar azaldıkça özgür bireyler olma yolunda ilerlemiş oluyoruz. Bu gerçeği görüp, buna göre planlama yapanlar da var. Bu gerçeğin farkında olmayanlar da var. Bu gerçeği göremeyen, politikacıların sayısı oldukça fazla.

Bağlılıkların azalmasını disiplinsizlik olarak da değerlendirmemek gerekir. Özgür olmak, aydın olmakla eş anlamlıdır bence. Aydın insan eleştiren ve bağlılıklarını sürekli denetleyen insandır. İnsanların değişmeyeceğini sürekli bağlı kalacaklarını sananlar önümüzdeki seçimlerde bunun böyle olmadığını seçimlerde çarpıcı biçimde gördüler. Hiçbir kimse, hiçbir parti, geçtiğimiz seçimlerde aldıklarını garanti görmemeli. Hani “köprülerin altından çok sular aktı” derler ya. Onlarda insanların bağlılıklarının azaldığını görmelidirler. Onun için siyasi partilerin çok çalışması gerekiyor. Oy oranları çalışmalara göre değişecektir bundan hiçbir kimsenin kuşkusu olmasın. Kimsede kendisini bulunmaz sanmasın. Mezarlıklar kendini bulunmaz sananlarla dolu. Bunu da kimse unutmasın. Değişiyoruz, gelişiyoruz, özgürleşiyoruz, onun için bağımlılıklarımız azalıyor. Kimileri bağımlılıkların zayıflamasını “döneklik” olarak, kimileri “zayıflık” olarak, kimileri “kararsızlık” olarak değerlendirecek ve değişenleri suçlayacaklardır. Çağımızda suçlanması gereken, bağlılıklarını sürdürenler, değişmemekte direnenlerdir.

Bugün için bağlı olduklarımız, bugün için anlam taşır. Koşullar değişince, bağlılıklarda değişebilir. Aslında zaman zaman alayla karışık olarak gündeme getirdiğimiz “dün dündür” sözü aslında gerçeğin ta kendisidir. Gerçekten dün kendi koşulları ve kendi doğruları içinde dündür. Eğer, bağlılıklarımız sürecekse, bunun gelişmenin önünde engel oluşturduğunu gecikmeden görürüz. Bağlıkların değişmesi de küreselleşme gibi bir olgu. “Küreselleşmeye karşıyım” diyen bir dostumu, “bende depreme karşıyım” şeklinde yanıtlamıştım. Verdiğim yanıt çok hoşuma gittiğinden sürekli yineleyip duruyorum. Görevimiz karşı olduğumuzu söylemekle yetinmek olmamalı. Görevimiz karşı olduklarımıza karşı önlem almak olmalı. Evet, bağlılıkların azalması da bir olgu.


Her şeye karşı bağlılıklarımız azalırken, yeter ki, yaşama karşı bağlılığımız azalmasın. Yaşama dört elle bağlanan özgür insanlar olmak dışında bağlılığım yok benim. Bunun için de çok mutluyum. Ah birde insanlara karşı kendimi borçlu görme bağlılığından kurtulabilsem...



ETİK VE ESTETİK ÇÖKÜNTÜ


Ne oldu bize? Biz neden böyleyiz? "Türk gibi başlayıp, Alman gibi bitirmek" sözü neden söylenmiş.


Niye, yaşadığımız toplumdan çok sayıda, her konuda adını duyuran çağdaş dünyada da ilgi uyandıracak yapıtlar üreten sanatçılar, buluşlar yapan bilim adamları, sporcular çıkamıyor, çıkanlara sahip çıkılmıyor diye düşünüyorum. Benim düşündüğümü birçok kişinin de düşündüğünü ancak, soruya inandırıcı akılcı bir yanıt bulunamadığını biliyoruz. Çoğunluk sorunu ezbere dayanan eğitim sisteminde görüyor. Eğitim şart diyenlerin sayısı artıyor.

Ne oldu bize? Biz neden böyleyiz? "Türk gibi başlayıp, Alman gibi bitirmek" sözü neden söylenmiş. Eksikliklere, aksaklıklara kolayca alışıveren bir yapımız var. Tüm bunların nedenini acaba kadercilikte mi aramamız gerekecek. “E ne olmuş?” deyip çıkıveriyoruz işin içinden. Aslında zekamıza diyecek yok! Sorun sanırım tembelliğimizde. Zekiyiz ama tembeliz.

Bu aralar "kentlerimizde etik ve estetik sorunu yaşanıyor" cümlesini çok kullanıyorum. Çok kullanışımın nedeni, duyduğum rahatsızlık. Kentlerdeki çirkinlikler beni rahatsız ediyor. Beni rahatsız edenin birçok kişiyi rahatsız etmemesine üzülüyorum. Bunca yolsuzluk beni rahatsız ediyor.. Beni rahatsız ettiği kadar, hepimizi etse, sorunun çözümleneceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Ancak “Bal tutan parmağını yalar” cümlesini sık kullanan bir toplumun yolsuzluklardan rahatsızlık duyduğunu söylemek pek kolay olmuyor.

Olumsuzluklara alışıveriyoruz hemen. Belli bir zaman dilimi içinde, belli girdileri kullanarak ve belli bir hızda çalışarak, yapabileceğimiz bir işi, güzel yapmak varken, kötü yapıp, “idare eder” diyerek, kabullendirmeye çalışmayı anlayamıyorum. Hele zamana karşı yarışılıyorsa, kötü ürünü, iyi gibi görmek ve göstermek boynumuzun borcu oluyor. Estetik erozyonun nedeni bu gibi geliyor bana.

Çok güzel binaların yanında, çok çirkinleri de var. Bakarsanız iki binaya da harcanan paranın farklı olmadığını görürsünüz. Birçok binaya bakarım, bu kadar çok para, bu kadar çok emekle böyle bir çirkinliği yaratmayı nasıl başarıyorlar diye şaşırmaktan kendimi alamam. Gerçekten bunca çirkinliği yaratmayı nasıl başarıyorlar bilemiyorum.

Güzel bir gazete ile kötü bir gazete için harcanan emek, zaman ve paranın pek farklı olmadığını biliyorum. Herhangi bir kişi, bakıyorsunuz daha az zaman, daha az emek harcayarak benzerlerinden daha güzel bir yapıt koyabiliyor ortaya.  Bir ressam içinde durum aynı, aynı tuval, aynı boya, ancak sonuç aynı değil. Burada önemli olan, insan, eğitilmiş insan, estetik yönü gelişkin insan.

Estetik önemli dediğinizde, “önemsiz” diyen mi var?” diyorlar.  Önemliyse, her önemli konu gibi önemine yaraşır özen ister. Hele kentleşmede,  hele yayıncılıkta, gazete çıkarmada, televizyonculuk yapmada bu özen işine daha büyük önem vermek gerekir.

“Ufacık ayrıntı” deyip geçiştiremeyiz işi. Ufacık ayrıntı deyip, görmezlikten gelirsek, devamında gelen ayrıntıları da “ufacık” deyip geçiştirmeye başlarız ki, işte bu estetik erozyonun başlangıcı olur.

Bildiğimiz toprak erozyonunu sık sık gündeme getirip, yeterli olmasa da belli önlemleri almaya çalışıyoruz da, etik ve estetik erozyonunu görmüyoruz bile. Hele estetik erozyonunun varlığından bile haberimiz yok.

Etik ve estetik erozyonla mücadele etmeden, mutlu insan, mutlu toplum yaratamayız. Ne işbirliğini nede dayanışmayı güçlendirebiliriz. Etik ve estetik erozyonunu önlemezsek demokrasiyi de işletemeyiz. Etik ve estetik çöküntü devam ederse giderek ilkelleşiriz. Eller aya giderken biz yaya kalırız…

Etik ve estetik ayrılmaz ikizlerdir. Biri kötüyse diğeri iyi olamaz. Etik ve estetik değerleri yüksek insanlar yetiştirmek için, bilimin aydınlattığı uygarlık yolunda ilerlemek şart…



30 Kasım 2017 Perşembe

HAVARAY

Manisa’da kent içi ulaşımda yaşadığımız sorunlar artarak devam ediyor.

Kent içi ulaşım sorununa köklü bir çözüm bulmak gerekiyor. Yapılması gerekenler belli. Kent içindeki yoğunluk azaltılacak. Kurumların tümünün kentin batısına taşınması bir ölçüde yoğunluğu azaltacak.

Bence köklü çözüm, toplu taşımadır. Ankara, İstanbul, İzmir ulaşım sorununu toplu taşımayla,
metro ile çözümledi. Ankara’da ulaşım o kadar rahat ki, toplu taşıma işkence olmaktan çıkarılarak, keyifli yolculuğa dönüştürülmüş. Sorunu toplu taşımayla çözen kentler sadece bu üç
kentle de sınırlı değil. Sanayileşen kentlerin tümünde, toplu taşımaya hızlı bir yöneliş var.

Kentimize baktığımızda, metronun uygun olmadığı görülüyor. Tarihi kentimizin altındaki
kalıntılar, kazma işini zorlaştırabilir. Ayrıca metro yatırımı pahalı bir yatırım. Yolların bir bölümüne ray döşenmesi de, yolların darlığı nedeniyle mümkün görülmüyor. Geriye kalan tek seçenek de “HAVARAY”.

Çift yönlü yolların ortasına konulacak direkler üzenine döşenecek raylar üzerinde çalışacak araçlarla toplu taşıma işlemi yapılabilir. “Havaray”la yapılacak toplu ulaşım mevcut yolların yükünü çoğaltmayacağından, ulaşım konusuna köklü ve kalıcı bir çözüm getirecektir. Yeni çevre yolu, alt ve üst geçişlerle düzenlenen İzmir- İstanbul yolunun da yükünü büyük ölçüde azaltmış bulunuyor.

Havaray sistemi sanayicilere büyük rahatlama getireceğinden, finansmanına sanayicilerin katkısı sağlanabilir. Hatta havaray tümüyle yap-işlet-devret modeliyle yaptırılabilir. Manisa “Havaray”ı tartışmaya hemen başlamalı.

“Havaray” Manisa Belediyesinin gündemine alınmalı. “Havaray”ı sanayiciler de tartışmaya başlamalı. Konuya ilgi duyanlar olursa, kendilerine dünyanın değişik kentlerinden değişik uygulamalarından yola çıkarak hazırladığım sunumu gösterebilirim. Biliyorum birçok kişi daha baştan “olmaz” diyecektir. Ben Manisa’da birçok kişinin “olmaz” dediği işlerin olduğunu çok gördüm. Manisa’da “olmaz” diyenlerin sayısının “olur” diyenlerden çok fazla olduğunu da biliyorum. Ancak, buna rağmen hiç umutsuzluğa düşmüyorum. “Olmaz” diyenlerle “olur” diyenlere baktığımda nicelik ve nitelik farkını görüyorum. “Olmaz” diyenler sayıca çok oluyor ama “olur” diyenlerin daha nitelikli olması işi her zaman kolaylaştırıyor. İpe un sermek, mazeret üretmek isteyenler, olmaz diyenlerin sayısının çokluğunu kullanabilirler. Ancak, mazeret üretmek yerine marifet göstermek isteyenler, ülke için, kent için yararlı gördükleri işleri denilenlere bakmadan başarırlar. Şunu iyi bilmeli ki, yarınlara olmaz denileni olduranlar adı ve yaptıkları kalacaktır.


Manisa’da “Havaray” olur mu? Bal gibi olur. Manisa’da kent içi ulaşım sorununu “Havaray” çözer mi? Bal gibi çözer. Olmaz diyen varsa gelsin tartışalım. İlgilenenlere ufak bir sunumla “Havaray”ın Manisa için uygulanabilir bir proje olduğunu anlatalım. “Havaray” yayalara ve bisikletlilere da büyük rahatlık getireceğinden, Manisa’da bisiklet kullanımı da artacaktır...



UZLAŞMA


Uzlaşma söylemde var eylemde yok. "Uzlaşalım ama benim dediğim olsun" böyle uzlaşma olmaz.

Uzlaşma üçüncü seçenek olur genellikle. Sen söylersin ben söylerim, tartışırız orta bir yerde buluşuruz.  Buna uzlaşma denir. Uzlaşma özveri gerektirir. Her şeyden önce uzlaşma demokrasiye yürekten inananlar arasında olur.

Bizim ülkemizde, liderler arasında uzlaşma eğilim var mı diye baktığımızda olmadığını görürüz. Yazık ki, uzlaşma ve demokrasi konusunda liderlerimizin notu çok düşük.

Seçim meydanlarında, birbirleri için ağızlarına geleni söylüyorlar. Seçimde bitecek diyorsun bitmiyor kavga devam ediyor. Oysa geçtiğimiz seçimlerde, canlı yayınlarda bir araya gelip tartışırlardı. Şimdi bakıyorum da birbirleriyle aynı ortamda bulunmaktan kaçınıyorlar. Bir canlı yayında bile bir araya gelemeyenler mecliste nasıl tartışıp uzlaşacaklar anlamak mümkün değil.

Toplumsal barışı ve dayanışmayı güçlendirmenin yolu, öncelikle farklılıklara ve çok sesliliğe saygıyı gerektirir. Demokraside tek seslilik olmaz. Çok sesliğe saygısı olanda bir arada bulunmaktan uygarca tartışmaktan kaçınmaz.

Tartışarak karar alacağız aldığımız kararlara tartışmasız uyacağız. Bunu başaramadığımızda demokrasi içinde kalkınmamız zorlaşır.

Bu seçimde liderler belki de ilk kez, bir canlı yayında bir araya gelmiyorlar. Bu onların birbirlerine karşı tahammül güçlerinin zayıfladığını gösteriyor. Sizi bilmem ama birbirlerine tahammül edemeyen liderlere karşı benim tahammül gücümde zayıflıyor.

Geçmişte yapılan seçimlerde, milletvekili adayları insanlarla bir arada olma konusuna daha çok önem verirlerdi. Kahve toplantıları yapılırdı. Şimdi neden yapılmıyor diye düşünüyorum: Eskiden milletvekiline ve adaya saygı vardı, şimdi yok. Kimse kimseyi dinlemek istemiyor. Birde lideri tarafından belirlenen ve meclise gittiğinde, lider ne derse onu yapan milletvekilini önemsemiyor.  Örgüt kendi belirlediği adaya sahip çıkardı, şimdi, liderin tepeden inme gönderdiği merkezden koyduğu adaya saygı ve sevgi duymuyor. Eskiden ön yoklama yapılırdı, şimdi her şey merkezden hallediliyor.

Anlayacağınız, demokrasiyi de kendimize benzettik. Bu işi fazla sulandırdık. Uzlaşma yok. Hoşgörü yok. Sevgi yok. Saygı yok. Ne var? Para var. Para her şeyi belirliyor.

Bir de anlayamadığım bir şey var. Bazı adaylar, beş yılda alacakları milletvekili maaşından daha fazla parayı seçimlerde harcıyor…

Bu ülkeye ve topluma hizmet etmenin tek yolu milletvekilliği ve siyaset değildir. Amaç topluma ve ülkeye hizmetse her konumda yapılabilir.

Siyaseti, demokrasiyi ayağa düşürmemeli. Siyaset parayla yapılır duruma getirilmemeli. Siyasete, siyasetçiye ve demokrasiye inanç bu kadar zayıflatılmamalı.

Milletvekili olmak üzgürlüğünden ödün vermekse, liderin kulu ve kölesi olmaksa, çanta taşımaksa, herkes buna katlanamaz. Politikaya olan ilgi de giderek azalır.


Bu ülkede siyaseti saygın bir düzeye çıkarmadan, demokrasimizi güçlendiremeyiz…



24 Kasım 2017 Cuma

CUMHURİYET ÖĞRETMENLERİ VE KÖY OKULLARIMIZ


Annemiz babamız, onlardan gelen genlerimiz, onlardan aldığımız eğitim çok önemli biliyorum. Ancak öğretmenlerimizden aldıklarımız da en az onlar kadar önemli.

Öğretmenlerimin benim yaşamım, başarılarım, dünyaya bakışım ve duruşum üzerindeki önemini şimdi daha derinden anlıyor ve biliyorum.

ŞİMDİKİ ÖĞRETMENLER BENİM ÖĞRETMENLERİME HİÇ BENZEMİYOR
Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim gerçeği olduğunu söylüyorlar. Gerçekten her şey değişiyor. Öğretmenler de değişiyor. Şimdi ki öğretmenler alınmasınlar ama benim öğretmenlerime hiç benzemiyor.
Benim ilkokul öğretmenlerimden Hasan Ali Eren, ilkokulu bitirdiğimde beni, Akhisar’ın Büknüş köyünden alıp, Balıkesir’e Astsubay ortaokulunun giriş sınavına götürmüştü. Sınavı kazandığımda da, diğer öğretmenim Orhan Seyfi Temel İzmir’e sağlık muayenesine götürdü. İki öğretmenimde benimle yakından ilgilendiler, yoksul bir köylü ailesinin çocuğunun okuması için çaba gösterdiler. Onlar olmasaydı, benim de babam gibi çoban olmaktan başka seçeneğim olmayacaktı.

BENİM ÖĞRETMENLERİM KÖYDE KALIRLARDI
Benim öğretmenlerim, dersler bittiğinde, köyden ayrılmazlardı. Benim öğretmenlerim sadece okuldaki öğrencilerin değil, köylülerin de öğretmeniydiler. Köylülerimin her türlü sorunlarının çözümüne yardımcı olurlardı.

KÖYDE OKUL VE ÖĞRETMEN CUMHURİYETİN SİMGESİDİR
Köyde okul ve öğretmen, aydınlığın ve cumhuriyetin simgesiydiler.  Köylerde taşımalı eğitim başladıktan sonra, köylerde öğrencisi olmayan, kapısı penceresi kırılmış okullar görünce, ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Köyün, dünya ile bağları kesilmiş, ışığı karartılmış gibi bir duyguya kapıldım. Taşımalı eğitim nedeniyle işlevsiz kalan okullara acilen yeni işlevler kazandırılmalı diye düşünüyorum. Terkedilen okul binaları korunmalı, oralarda halk eğitim çalışmaları yapılmalı kurslar açılmalı. Köylerimizdeki terk edilmiş okullar, unutulmuşluğun, terk edilmişliğin insanın içini burkan simgesi gibi duruyorlar köylerde.
Başarılarımı ilkokul öğretmenlerime borçlu olduğumu bilerek inanarak yürekten söylüyorum. Öğretmenlerim bana düşünmeyi öğrettiler. Öğretmenlerim bana ezberi değil, öğrenmeyi öğrettiler. Öğretmenlerim benim özgüvenimi güçlendirdiler.

13 YAŞINDA BİR ÇOCUKKEN AKHİSAR’IN BÜKNÜŞ KÖYÜNDEN KONYAYA YALNIZ BAŞIMA GİTTİM.  ÖZGÜVEN BÖYLE GELİŞİYOR
1958 yılında 13 yaşındayken, Akhisar’ın Büknüş köyünden Konya’da bulunan Astsubay Hazırlama Orta Okulu’na tek başıma kendim gitmiştim. Babamın okuması yazması olmadığı için, ben kendim giderim demiş ve tek başıma trenle gitmiştim. Çocuklarımızın özgüvenini güçlendirmek için onlara kendi başlarına iş kotarma fırsatı vermeliyiz.
Öğretmenlerim, işleri nedeniyle ya da maaşlarını almak için Akhisar’a gittiklerinde, bir günlüğüne benim ders vermemi isterlerdi. Ben ilkokul beşinci sınıf öğrencisi olarak birinci, ikinci, üçüncü sınıfların derslerine girerdim. Bana öğretmenlerimin duyduğu bu güven, özgüvenimin güçlenmesini sağladı. Kendi ayaklarımın üzerinde durmayı öğretmenlerimden öğrenmek benim için, hayatıma yön veren en büyük kazanım oldu.
İlkokul birinci, ikinci sınıfta, öğretmenlerimin,  giyimleri, kuşamları, pırıl pırıl bakımlı saçları, temizlikleri, konuşmaları, her şeyi bilmelerine bakarak, bizlerden, annemden babamdan, köylülerimden farklı varlıklar, farklı canlılar olduklarını, ayrı dünyalardan geldiklerini düşünürdüm.  Sonra, bir gün öğretmenimin birini tuvaletten çıkarken gördüğümde, tüm dünyam yıkılmış gibi oldu. Öğretmenlerim de bizim gibi yaratıklar diye düşündüm. Böyle düşününce, onlar gibi olabileceğimi düşünmeye başladım.  Okudukça onlar gibi olabilecektim. Bulduğum her kitabı okumaya başladım. Bunu fark eden öğretmenlerim bana yeni kitaplar getirmeye başladılar. Çocuklarımızın kitap okumalarını sağlamalıyız. Kitap okumalarını alışkanlık haline getirmelerine yardımcı olmalıyız.
Köy Enstitüleri’nde yetişen öğretmenler gerçekten çok farklıydı. Mustafa Kemal’in aydınlık yüzlü o cumhuriyet öğretmenlerini çok özlüyorum.
Köylerimizdeki cumhuriyetin simgesi olan okullar taşımalı eğitim nedeniyle kapatılınca ve öğretmenin ayağı köyden kesilince, benim gibi birçok köylü yurttaşımızın yüreğinin burkulduğunu biliyorum.

KÖYLERİMİZDE CUMHURİYETİN SİMGESİ OLAN OKULLARIMIZA YENİDEN İŞLEV KAZANDIRALIM
Taşımalı eğitim nedeniyle, birçok köyümüzdeki okullar boşaltıldı. İlkokulu okuduğum kendi köyümdeki okulumda bomboş kaldı şimdi. Okulun camları kapıları kırılmış harap durumda. Taşımalı eğitim nedeniyle boşaltılan okullara yeni işlevler kazandırılmalı. Okullar kurulacak dernekler ya da belediyeler tarafından tamir ettirilerek kullanılır duruma getirilmeli. Köylerimizdeki Okul binaları yetişkinlerin eğitimi için kullanılabilir.  Çocuklara ve yetişkinlere bu binalarda kurslar açılabilir, düğünler, nişanlar yapılabilir. Okulların bir odaları köyün konuk odası gibi kullanılabilir.
Köylerde Cumhuriyetin simgesi durumundaki binalar korunmalıdır.  Hemen hemen her köyden çıkmış bir işadamı yönetici var. Bu insanlar kendi köylerindeki kendi okudukları binaları yeniden topluma kazandırabilirler. Haydi gelin bir imece başlatalım köylerimizdeki kapatılan okullara sahip çıkalım.
Belediyeler, Sivil Toplum Kuruluşları, Kooperatifler, TKDK ya da Zafer Kalkınma Ajansından hibe desteği almak için proje hazırlayabilirler.
İnanın köydeki çocukluğumu ve öğretmenlerimi gerçekten özlüyorum. Benim öğretmenlerim zor koşullar altında bizi şimdikinden daha güzel eğittiler. Mazeret üretmek yerine marifet göstermeye çalıştılar…

Köylerde boş kalan okullarımız ve köylerimiz bizden ilgi ve destek bekliyor.



22 Kasım 2017 Çarşamba

LAVANTA KOKULU DAĞ


Akhisar Büknüş köyü doğumlu olduğum için biliyorum, Akhisar tütünün başkentiydi.

Tütün piyasası Akhisar’da açıklanırdı. İlgili bakan Akhisar’a gelir, tekel binasının önünde biriken tütün üreticilerine tütün alım fiyatını açıklardı. Köylüler eğer açıklanan fiyattan memnun olurlarsa, şapkalarını havaya fırlatırlardı. Şapkaların çoğu tekel binasının çatısında kalırdı. Köylülerde köylerine yeni şapkalarla dönerlerdi. Köylü kadınlar yeni şapka ile köye dönen eşlerini görünce sevinirlerdi tütüne iyi para verilmiş diye. Yıllar geçti tütün önemini yitirmeye başladı.

Yetmişli seksenli yıllarda tütünün başkenti olan Akhisar, tütün önemini yitirince durmadı hızla zeytinin başkenti olmaya soyundu ve bunu başardı. Akhisar, şimdi zeytinin başkenti.
Yuntdağı köylerinde de tütün yetiştirilirdi. Tütün bitince, Osmancalı köyünde çilek üretimi başlatıldı ama yaygınlaştırılamadı. Antep fıstığı yeterince geliştirilemedi. Hiçbir ürün Yuntdağı köylerinin yazgısını değiştirmeye yetmedi. Köyler hızla boşalmaya başladı. Oysa Yuntdağı köylerinde de bir şeyler yapılabilmeliydi. Yuntdağı köylerinin kalkındırılması, üzerinde düşündüğüm, araştırdığım konuların başında geliyor. Obasya Kırsal Turizm Tesisleri’ni kuruşumuzun nedeni bu arayışlarımızdır.

Nihayet, Yuntdağı köylerinin yazgısını değiştirecek ürünü buldum. Evet buldum. Yuntdağı bölgesini Lavanta kalkındıracak. İsterseniz, tarih düşün. Lavanta tam Yuntdağı bölgesinde yetişecek bir ürün. Yuntdağı’nın adı LAVANTA KOKULU DAĞ olacak…

Geçtiğimiz hafta Isparta’nın Keçiborlu ilçesine gittim. Lavanta ekilen köyleri gezdim. Üreticilerle ve Keçiborlu kaymakamı ile konuştum. Lavanta tarlaları vardı ama tarlaları görmek için gelen turistleri ağırlayacak tesisleri yoktu. Bizim tesislerimiz var, turist gelmiyor. Obasya benzeri bir tesisi Keçiborlu’da kurmak istiyorlar, o nedenle gittik Keçiborlu’ya bu arada lavanta üretimi konusunda da bilgiler almış olduk. Aldığım bilgilere dayanarak Yuntdağı Lavanta Kokulu Dağ olacak diyorum. Lavanta Yuntdağı’nın işletilmeyen topraklarında yetişecek. Köylülerin kalkınmasına katkı sağlayacak.
Lavanta, ballıbabagiller familyasından güzel kokulu bir bitkidir. Bir metreye kadar boylanabiliyor. Uzun sapların ucunda seyrek başaklar oluşturarak yaz aylarında açan, çok kokulu, lavanta mavisi renkli çiçekleri vardır. Bitkinin gövde, yaprak, sap ve çiçeklerine özel kokusunu veren bunların üzerinde bulunan küçük yıldızsı tüyleridir.

Bileşiminde organik asitler bulunan uçucu yağ ile glikozitler, alkaloitler ve tanen gibi maddeler vardır. Lavantadan çok değerli olan lavanta esansı elde edilir.
Lavanta esansı (lavanta yağı) parfümeri endüstrisinde önemli bir hammadde olarak kullanılır. Ayrıca küçük keseler içinde aralarına yerleştirildiği çamaşırlara çok hoş, iç açıcı bir koku kazandırır.

Stresle ilgili baş ağrılarında etkili bir iyileştiricidir. İştahı açar, sindirimi kolaylaştırır. Mide ve bağırsaklardaki gazı söktürür. Depresyonla ilgili aşırı sinirlilik durumunda yatıştırıcı olur. Uykusuzluk halini giderir. İdrar söktürücüdür. Böbrekleri temizler. Gördüğünüz gibi, lavantanın yararları saymakla bitmiyor. Lavanta üretimi yaygınlaşınca ardından, arıcılık başlayacak ve lavanta balı gündeme gelecektir.


Yuntdağı köylülerinin yazgısı Lavanta ile değişecek. Yuntdağı köylüleri lavanta ile kalkınacak. Şimdiden bir lavanta dosyası açtık ilgilenecek olanları bekliyoruz. Yuntdağı’nın Lavanta Kokulu Dağ olması çok yakın…



17 Kasım 2017 Cuma

SEVGİ KÜLTÜRÜ


En kıt kaynağımız zaman diyorlar ya, aslında sevgiyi unutuyorlar. Bence en kıt kaynağımız sevgi. Sevgi olsun hele, zaman nasıl bulunur görün.


Ülkemizde sevgi eksikliği var diye yakınıyordum sürekli olarak ama gördüm ki, istendiğinde eksiklik gideriliyor, sevgi çoğalıyor, sel olup akıyor.  10 Kasım’da gördük yollara taşan alanlara sığmayan sevgiyi. Sevgiyi görünce özlediğimiz günler gelecek sevgisizlik bitecek diye sevindik çoğumuz.

Sevmek sadece insana özgü bir duygu değil. Sevmek, canlı olmanın temel özelliği olsa gerek. Sevilen  bir hayvanın, neler yaptığını, sevgiye nasıl karşılık verdiğini görürüz ve biliriz. Sevilen çiçeklerin daha güzel çiçek açtığını, daha güzel büyüdüğünü söyleyenler vardır. Evet, sanırım canlı olan her şey sevgiye bir yanıt veriyor. Sevgisizlik, kapkaranlık bir dünya olur gibi geliyor bana. Sevmekte sevilmek de sadece bir duygu değil, ekmek gibi, su gibi, hava gibi temel bir ihtiyaç. Sevginin iyi yanı, sevdikçe bitmiyor, aksine sevdikçe çoğalıyor. Sevgi paylaşıldıkça büyüyor. Sevgiyi derinlemesine yaşayarak yaşamak ne güzel olur değil mi? Sevgiyi derinlemesine yaşamak, sevgiyi evrensel bir değer olarak algılayıp, yaşam biçimine dönüştürmekle mümkün oluyor. Sevgi hepimizin yaşam biçimi olsa, inanın dünyada ne savaşlar olur, ne insanlar açlıktan ölür.

Sevmek varken, yerine neden korku tercih edilir anlayamıyorum. Bazı insanlar, sevilmediklerinden yakınırlar. Ancak sevilmeyen insanlara bakın, genellikle sevmeyen insanlardır. Seven insan mutlaka sevilir. Sevilmediğini söyleyen insanlar öncelikle kendilerine “Ben seviyor muyum?” sorusunu sormalıdırlar. Sevilmek için sevmek gerekiyor. Çevremizde sevgi yerine korku tercih edenleri görebiliriz.  Kolaycı bir yaklaşım olduğu için, gelişmemiş toplumlarda, her şey korku üzerine biçimlendiriliyor. Ve şimdi ülkemizde olduğu gibi, korku kültürü egemen oluyor. Korkunun araç olarak kullanılmasına evden başlanıyor. Çocuk korkutularak büyütülüyor. Okullarda öğrenciler, sınıfta bırakılmakla korkutulmak isteniyor. İnsanlar korkutularak çalıştırılıyor. İşi uzatmaya gerek yok. Devlet yurttaşından, yurttaş devletinden korkuyor. Korku kültürünün yerini sevgi kültürünün alması için çalışma yapılmıyor. Sevdirerek yaptırma yerine aklımıza gelen önlem korkutmak oluyor.. Her işimizi cezalarla, yasaklarla yapmaya kalkıyoruz. Bunun nedeni, yaşamımızda korku kültürünün etkin olması. Korku kültürünün yerine sevgi kültürünü koyabilsek, sorunlarımızın daha kolay çözümlenebileceğinden hiçbir kuşkunuz olmasın.

Kural dışı her şey için bir ceza düşünülmesi ve uygulanması, yöneticilerin asık suratlı olması, annenin, babanın çocuklarına sert görünmek için çaba harcaması, öğretmenin öğrencisini, kocanın eşini dövmesi hep korku kültüründen kaynaklanıyor. Ancak, korkutmanın da çözüm getirmediği, sürdürülmesinin de mümkün olmadığı da biliniyor. Korkunun öne çıkarılmasını toplum yaşamında korku kültürünün egemen olmasını ilkellik olarak görenlerin sayısı artamadığı için, toplumsal gelişme, toplumsal barış, işbirliği ve dayanışma olamıyor. Tüm bu değerlerin yerini, çekişme, çatışma dedikodu ve magandalık alıyor.

İnsan, toplumun koyduğu kurallara, inandığı ve saygı duyup sevdiği için uymalı, verilecek cezadan korktuğu için değil. Kırmızı ışıkta sadece polis olduğu zaman değil, hiç kimsenin olmadığı zaman da durmalı. Hiç yalan söylememeli. Haksızlık yapmamalı. Yola tükürmemeyi, toplu bulunulan yerlerde sigara içmemeyi,  ayıplanmaktan korktuğu için değil, insanları sevdiği için yapmalı.

Sevgi ve gelişim iki evrensel değer. Bu değerleri yücelten kendisi de yücelir. Bu değerleri yücelten hem sever hem sevilir hem de gelişir. Sevmek üzerine birazcık kafa yorsak ve insanları sevmeye çalışsak ne kaybederiz ki.  Benim tek ÖZLEM’im bu işte…



10 Kasım 2017 Cuma

10 KASIM


Her 10 Kasımda ve milli bayramlarımızda olduğu gibi, bugün de Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü sevgiyle, saygıyla, giderek artan bir özlemle anıyoruz.


Atatürk bizim geçmişe özlemimiz değil aydınlık geleceğimizdir. Onun gösterdiği yol bilimin aydınlattığı çağdaş uygarlık yoludur. O büyük insan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek bize bilimin aydınlattığı çağda uygarlık yolunu göstermiştir. Bu nedenle “İzindeyiz” yerine “yolundayız” demeliyiz. Yolundayız Atam.

Atatürk’ün okumaya verdiği öneme değinmek istiyorum bugün.
Atatürk’ün okumaya önem verdiğini,  yaşamı boyunca yaklaşık 4000 kitap okuduğunu biliyoruz.  Dile kolay 4000 kitap.
Atatürk “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım.” diyor.  Atatürk’ün dediği gibi kitap okumalıyız. Gelişmek için okumak şart. Harçlıklarımızın yarısını kitaplara vermeliyiz. Aldığımız kitapları arkadaşlarımızla değişerek daha çok kitap okumalıyız. Okumak gerçekten şart.

Atatürk şüphesiz ki yüzyılımızın önde gelen kişileri arasındadır. Kuşkusuz bu özelliğinin var olmasında askeri kişiliği, devlet adamlığının yanısıra bir de düşünce adamı olmasının da büyük payı vardır. Yaşamı boyunca kitap, Atatürk için vazgeçilmez bir değer, yol gösteren bir varlık olmuştur. O’nun için okumak bir tutkuya dönüşmüş ve bu tutku sonunda geniş bir kültür kazanmıştır.

Atatürk için kitap, öğrenim yaşamı boyunca her aşamada etkili olmuştur. İlkokul öğrencisi iken kitap okumayı, sokakta oynamaya yeğlemiş, ders kitapları ile yetinmemiş, askeri okulda öğrenimini sürdürürken de yerel dergi ve gazeteleri izlemiş, fen ve matematik konularında yarışmalara girip kazanmıştır. Vatan ve özgürlük kavramlarını işleyen Namık Kemal’ın eserlerini, Mehmet Emin Yurdakul ve Tevfik Fikret’in şiirlerini okurken, öte yandan da Voltaire, Rousseau, Montesqiue gibi Fransız düşünürlerin eserlerini okumuş ve fikirleri üzerinde tartışmıştır. Fransızca öğrenmiş ve bu dilde, askerlik eğitimi ile ilgili olduğu kadar, siyaset, hukuk ve edebiyat üzerine yazılmış eserleri de okumuştur.
Atatürk 3. Ordu’dayken General Litzmann’dan çeviriler yapmış, Çanakkale Savaşları sırasında, ateş altında bile okumaktan vazgeçmemiştir.

Atatürk vatanı düşman istilasından kurtardıktan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra sosyal ve ekonomik konulara daha çok eğilmek gereğini duymuştur. Artık O, savaş alanlarında kazandığı zaferlerini, kültürel, sosyal, ekonomik alanlarda yapmayı tasarladığı reformlarla sağlam temellere oturtmak istiyordu. Bunun için de yapacağı devrimler için her türlü fikir ve inanç düzeyindeki delegelerle dolu bir Meclis’in başkanı olarak yeterli bilgi edinmesi gereğine inanıyordu. Bu nedenle de o güne kadar okuyamadığı bazı kitapları yurt dışından getirtiyor, Türkçeye çevirtiyordu. Atatürk’ün hangi konularda, ne çeşit eserler okuduğunu gösteren en güvenli kaynak özel kütüphanesinin kataloğudur. Bu kaynak O’nun düşünce ve kültür yaşamının bir göstergesidir. Atatürk’ün özel kütüphanesinin koleksiyonları arasında en geniş yeri tarih kitapları almaktadır.

Yazımı Platon’un bir sözüyle noktalamak istiyorum: “Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur;  Devam ederse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler türer.” Eğitim gerçekten şart. Eğitim içinde Atatürk gibi çok okumak şart…



2 Kasım 2017 Perşembe

YOLUNDAYIZ ATAM


Atatürk ve kurduğu cumhuriyet yükselen değerimizdir. Her geçen gün, Atatürk'e duyduğumuz sevgi ve saygı artıyor.

Atatürk geçmişe özlemimiz değil aydınlık geleceğimizdir. Yurttaşlarımız Atatürk'e gönülden bağlanıyor. Geçtiğimiz Cumhuriyet Bayramında yurttaşlarımızın sokaklara dökülmesinde, meydanları gelincik tarlasına döndürmesinde gördük.

Atatürk bir dünya lideridir. Atatürk’ün tüm çağdaşları unutulup gitmişken, Atatürk’ün sadece ülkemizde değil, birçok ülkede sevgiyle saygıyla anılıyor.

UNESCO 1981 yılında, 100. Doğum Yıldönümü nedeniyle Atatürk'ün evrensel niteliklerini ortaya koymuş ve Atatürk'ün doğumunun 100. yılını bütün dünyada, "1981 Atatürk Yılı" olarak kutlanmasını sağlamıştır. Biliyor musunuz, bu uygulama, dünyada ilk ve tektir.

27 Kasım 1978 Tarihli UNESCO Genel Kurulunda, 152 ülkenin temsilcilerinin oybirliği ile Uluslararası anlayış işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. Yıldönümünde, 1981 yılında anılması kararlaştırmıştır.

UNESCO tarafından hazırlanıp tüm uluslara duyurulan, afiş haline getirilip her yere asılan  metin aynen şöyle:
“Atatürk;  Uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün bir kişi,  olağanüstü reformlar gerçekleştirmiş bir devrimci,  sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk lider, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün hayati boyunca insanlar arasında renk, din ve irk ayrımı gözetmeyen essiz bir devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusudur.”

Kısa ve özlü metin Atatürk’ümüzü ne güzel anlatıyor değil mi?
Atatürk tartışmasız bir dünya lideridir. Onun için sevgisi büyüyor, onun için Atatürk denilince yüzler gülüyor, onun için alanlar caddeler sokaklar salonlar doluyor. Başı sıkışan kurtuluşu Atatürk’te görüyor.
 “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir” diyen Atatürk’ün ışığı önümüzü aydınlatıyor.
Her yıl değişen eğitim sistemleri yerine “Öğretmenler! Cumhuriyet sizden düşünceleri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” Sözünden yola çıkarak, özgür, soran sorgulayan, ezberleyen değil bilgilere ulaşan ve üreten kuşakları yetiştirecek bir eğitim sistemi uygulanmalıdır.

Atatürk “Hiçbir şeye ihtiyacımız yok, yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak!” diyor. Erkek , kadın, genç ihtiyar demeden  çalışacağız. Atatürk’ün gösterdiği bilimin aydınlattığı yolda ilerleyerek, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşıp aşacağız.

Yolundayız Atam.



26 Ekim 2017 Perşembe

YAĞMUR


Yağmurlu bir sabaha uyandık bugün.


Havada güzel bir toprak kokusu var.
Yapraklar suyla buluştular.
Ne güzel olur yağmur altında buluşmalar.
Güzel ülkemin her mevsimi güzel.
Aslında dünya güzel.
Dünya’yı cennet yapmakta,
cehenneme dönüştürmekte bizim elimizde.
Ne demiş kızıl derili bilge:
“Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı
biz onu çocuklarımızdan emanet aldık.”
Biz düşen emanete, hıyanet etmemek,
Gelecek kuşaklara güzel bir dünya bırakmaktır.
Çatlamış toprak gibi
Ben de yağmuru çok seviyorum
Özlemle bekliyorum.
Derelere konut yapmasaydık
Derelerin üstünü kapatmasaydık
Doğanın dengesini bozmasaydık seller olmazdı
Seller can almazdı.
İnsanlar yağmurdan korkmazdı.
Dedelerim yağmur duasına çıkardı yaşadığım köyde.
Şimdi bulutlara yağmur tohumluyorlar.
Orta Asya’dan kuraklık nedeniyle göçmüşüz.
Yağmur duaları o zamanlardan kalma bence.
Buluta tohumlayarak yağmur yağdırmak fikri çıktı sonra.
Denemeler yaptılar, hatta ülkemizde de denediler
Yağmur yağdırdılar…
Bence işin doğrusu var olan yeşili korumak ve çoğaltmaktır.
Ormanın yağmuru çektiğini biliyoruz.
O zaman, ormanlarımızı korumalı ve çoğaltmalıyız.
O zaman hepimiz yeşili sevmeli Manisa Tarzanı gibi olmalıyız.
Yeşili koruyacağız.
Derelerin içine konut yapmayacağız.
Doğanın dengesini bozmayacağız.
Betonlaşmadan uzak duracağız.
Yağmurlu güzel bir güne uyandık bugün.
Keşke trafik felç olmasa,
Keşke seller canları almasa
Sadece, yağmurun keyfini yaşasak keşke…



20 Ekim 2017 Cuma

DEĞİŞİMİN ÖNÜNDEYİZ AMA NASIL?


Bazı insanlar değişimin önünde, ama nasıl biliyor musunuz? Değişimi hızlandırmak için öncü olarak değil, değişimin hızını kesmek için engel olarak önünde...


“Taş devrine, taş bittiği için değil, kafalar değiştiği ve geliştiği için son verildi.” Kafalar değişmeseydi ve gelişmeseydi ne taş biterdi ne de taş devri. İyi mi olurdu kötü mü olurdu bilemiyorum. Ancak, bu kadar çok sorunumuz olmazdı. Nehirlerimiz ve denizlerimiz kirlenmezdi, ozon tabakası da hiç delinmezdi. Yaşamı kolaylaştıran buluşlarda olmazdı. Yazı ve resim olmazdı işte bu kötü olurdu.

Kafayı değiştirmeden hiçbir şeyin değişmediği, değişim olsa da bunun algılanmadığı biliniyor. Kafasını değiştiremeyenler değişime de engel oluyorlar. Değişimin hızını kesiyorlar.

Hep yazıyorum ve söylüyorum, en büyük kusurumuz, sorunlarla yaşamaya hemen kolayca alışıvermek. Her yıl, hatta her gün aynı filmi, bir Kemal Sunal filmi gibi bıkmadan usanmadan gülümseyerek izlemek. Sorunlar, alıştığımız bir giysi, kirli bir gömlek gibi üstümüzde duruyor, rahatsızlık belirtisi göstermiyoruz, sırtımızdan çıkarıp atmıyoruz. “Alın yazısı kader” deyip geçiyoruz.

Her şey güllük gülistanlık deniliyor ama üretim artışı yok,  işsizliğin önlenmesi yok, gelir düzeyinin yükselmesi yok, satılan çok yerine konulan yok, sorunlar var çözüm yok. Kurtuluş dışarıdan verilen reçeteleri ile değil, kurtuluş öz kaynaklarımıza yönelmekle ve insanımızın üretkenliğine güvenmekle olur. Ah, politikacılarımız bunu bir anlasa, sorunun çözümü yolunda en önemli adım atılmış olacak.

2017 yılını geride bırakmaya çok az kaldı. Yıl içinde büyük bir kalp krizi yaşadık. Hemen ardından böbreğimizden büyük bir taş aldırmak zorunda kaldık. Anlayacağınız 2017 yılını 2016 yılı gibi çok sıkıntılı geçirdik.  Sıkıntılarımızın bir bölümü ister istemez 2018’e de taşınacak. Dileriz bizi yönetenler ve biz hepimiz yaptıklarımızı yapamadıklarımızı ve yapacaklarımızı  serin kanlılıkla yeni baştan bir düşünürüz. Buna gerçekten ihtiyacımız var.

Hepimiz, kendimize “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu mutlaka sormalıyız. Bu sorunun yanıtını mutlaka hepimiz bulmalıyız. İnanın çok yararlı olacaktır. Bunu her düzeyde yapmalıyız.

Ülkenin her yerinde her kentinde her evinde yapmalıyız bunu. Ankara’daki yöneticiler de  yapmalı. Manisa’da ki yöneticiler de  herkes “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu kendine sormalı. “Kimse ayranım ekşi demez” demeyin. Ayranımız ekşiyse tatlı diyerek bir yere varamayacağımızı öğrenmek için daha da geç kalmamalıyız.

Değişimin önünde olmalıyız. Ama nasıl?  Elbet, değişimin isteklisi, destekçisi ve değişimin öncüsü olarak, atı arabanın önüne koşmalıyız ardına değil…



 
back to top