Yeni Kooperatifimiz CEMRE KONUT

S.S. CEMRE Konut Yapı Kooperatifinin imzaları atıldı

CEMRE KONUT / LALE KULE

1+1 Küçük Konut, Büyük Rahatlık

CEMRE KONUT / LALE KULE

S.S. CEMRE Konut Yapı Kooperatif toplantısından görüntüler

CEMRE KONUT / LALE KULE

Hedef Kilitlendi

SİMGE KONUT

1+1 Küçük Konut, Çeyrek Altın, Akıllı Yatırım

SİMGE KONUT

1+1 Küçük Konut, Çeyrek Altın, Akıllı Yatırım

S.S. OBASYA TURİZM GELİŞTİRME KOOPERATİFİ

Mekanda yolculuk sağlayan bir kültür ve turizm projesidir

S.S. OBASYA TURİZM GELİŞTİRME KOOPERATİFİ

Üye Kayıtlarımız Başlamıştır

OBASYA Projesi Yuntdağlarında kurulacaktır.

12 Nisan 2018 Perşembe

UZLAŞMA


Uzlaşma bir kültürdür. Uygar insana uzlaşma yakışır. Uzlaşma uygarlıktır.

Bu ülkenin, evinde, mahallesinde, köyünde, kasabasında, kentinde, her yerinde en tepesinden en küçük birim olan aileye kadar uzlaşmaya ihtiyacı var.

Demokrasi uzlaşmadan güç alır. Uzlaşma olmadan demokrasi olmaz. Ayrı düşünmek başka şey, ayrı durmak başka şey, ayrı düşünebiliriz ama ayrı duramayız. Aynı fikirde olanlar anlaşır elbet. Önemli olan ve olması gereken, farklı fikirlerde olup, birbirine saygı duyabilmesidir insanın. Bunu başardığımızda uzlaşma kolaylaşır…

Biz aynı ülkenin yurttaşlarıyız. Biz aynı geminin yolcularıyız. Gemi batarsa hepimiz batarız. Geminin kaptan köşkü de batar; en altındaki sintine bölümü de batar. Bu ülkede uzlaşma kültürünün gelişmesi gerekiyor. Sözün yerini yumrukların aldığı ortamda uzlaşma olmuyor. Kavga ve uzlaşma aynı torbaya sığmıyor.

AYRIŞTIRAN DEĞİL BİRLEŞTİREN OLUN

Ülkenin yöneticileri ayrıştıran değil birleştiren olmalıdır. Ülkenin ve yurttaşların tümünü kucaklamalıdır. Belediye Başkanları da öyle, bir partinin adayı olurlar ama seçildiklerinde tüm kentin başkanıdırlar artık. Tüm yurttaşlara eşit yakınlıkta olmaları gerekir. Yoksa uzlaşma zorlaşır, uzlaşmanın yerini dayatma alır. 

SİYASET ÖFKEYLE DEĞİL SEVGİYLE YAPILMALI

Siyaset yumrukla değil kafayla, öfkeyle değil sevgiyle yapılmalı. Terörün kurban aldığı ölümlerin olduğu yerlerde liderler toplu fotoğraf verebilmeliler. Tasada ve kıvançta birlikte olabilmeliler.
 “Benin dediğim dedik çaldığım düdük” denilen yerde uzlaşma olmaz. “Gelin yapılması gerekeni birlikte saptayalım” denilirse uzlaşma olur. Liderler en az iki üç ayda bir kez bir araya gelmeliler.
Birbirlerinin elini dostça sıkabilmeliler. Söz konusu vatan, söz konusu cumhuriyet, söz konusu demokrasi olduğunda işbirliği yapabilmeliler.

UZLAŞMA OLMADAN DEMOKRASİ OLMAZ

Kavgayla gelen başarı kavgayı, uzlaşmayla gelen başarı uzlaşmayı özendirir. Barışa, dayanışmaya, uzlaşmaya ihtiyacımız var. Sevgiyi ve bilgiyi paylaşarak büyütmeye ihtiyacımız var. Bir siyasi partinin üyesi olmak diğer siyasi partilerin düşmanı gibi davranmayı gerektirmez. Tek ihtiyacımız var: Uzlaşma, sadece uzlaşma. Uzlaşmayı halk olarak biz istersek, siyasiler de istemek zorunda kalırlar. Haydi, o zaman, uzlaşmak için, işbirliği ve dayanışma için uzat elini.




4 Nisan 2018 Çarşamba

GÜRLE GELİŞİYOR




Ortaya atılan düşünce, toprağa düşen, filizlenip gün yüzüne çıkan tohum gibidir. Uygun ortam bulduğunda gelişir, projelere dönüşür ve gerçekleşir.

Bu saptamanın doğruluğunu son olarak, Gürle’de gördüm. “Gürle turizme açılmalı” düşüncesi, destek buldu, gelişti ve şimdi gerçekleşme yolunda hızla ilerliyor.

Manisa, sanayide ve tarımda almış başını gidiyor. Ancak, turizmde sahip olduğu doğal güzelliklere, tarihi ve kültürel zenginliğe rağmen gerekli atılımları yaparak, turizm kenti olma yolunda beklenen gelişmeleri yapamıyor bir türlü. Son yıllarda bu konuyu çok yazanlardan, çok konuşanlardan birisi oldum. Özellikle kırsal turizm ilgi alanlarımın en önemlisi durumuna geldi.

Sanıyorum bir ay önceydi, Yunusemre Belediye Başkan Yardımcısı Sayın Kılıç Kaya’nın daveti üzerine, karanlık ve bozuk yollardan geçerek saat:19.00’da Gürle köyüne gitmiştim. İyi ki gitmişim dedim kendi kendime, hem yeni bilgiler edindim hem de önceden edindiğim bilgi ve deneyimlerimi Gürlelilerle paylaşma olanağı buldum.

Gürle, Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nin hemen bitişiğinde bir köy. Daha önceden de gitmiştim Gürle’ye, Manisa’da çekilmesi için çalıştığım Adem’in Trenleri filminin bazı sahneleri Gürle’de çekilmişti. Arada bir Gürle Alabalık Tesisleri’ne de gidiyorduk. Gürle farklı doğasıyla, su kaynaklarıyla ve un değirmenleri ile öne çıkan fakat tüm olanaklarına rağmen turizmden pay alamayan bir köyümüz.

Gürle’ye giderken, yolların çok kötü olduğunu gördük. Ülkemizin en planlı en güzel Organize Sanayi Bölgesi’nin yanında unutulmuş terkedilmiş bir köy gibi Gürle. Hele taş ocağını görünce, içimden gürlemek, bağırmak, isyan etmek geçti. Dağdaki taş ocağı, güzel bir bayanın suratında açılmış kezzap yarası gibi duruyordu. Su kaynakları var. Cennet gibi bir doğa var. Ve bir taş ocağı!...
Köylüleri toplayıp, Manisa’ya kadar yürümek geçti içimden. Yapılmayan bozuk yollar ve doğal güzelliği bozan taş ocakları için. Yapmayın ne olur. Bozmayın bu doğal güzelliği…

Köye vardığımda, muhtarlık kahvesini dolu buldum. Belediye Başkan Yardımcısı Kılıç Kaya ve Yunusemre Belediyesi’nin müdürleri, çalışanları oradaydılar. Sinevizyon için perde kurulmuştu. Ses düzeni hazırlanmıştı. Yapılacak konuşmaları dinlemeye gelen köy kadınları da vardı.

Yapılacak sunumu bende merak ediyordum. Sayın Kılıç Kaya’nın sunumunu dinleyince iyi ki gelmişim dedim. Gürle Köyü için başlatılacak Müze Köy, Tarım Köy gibi iki güzel proje beni de heyecanlandırdı.

Tarım Köy ve Müze Köy Projeleri eş zamanlı olarak Gürle’de hayata geçirilmek isteniyordu. Manisa’da yaşayan bir yurttaş olarak, bu projelere katkıda bulunmanın ertelenmez bir görev olduğunu düşünüyorum. Manisa’da turizmin gelişmesini isteyenler olarak katkıda bulunmalıyız bu güzel projelere.

Şimdi görüyorum ki, dinlediklerim tek tek uygulamaya konuluyor. Gürle’ye ulaşım için yeni yollar açılıyor. Köylülerle toplantılara devam ediliyor. Doğru olan, bu köylülerde etkin olarak çalışmaların içinde olmalı.

Gürle için düşünenler yapılan projeler gerçekleştiğinde, Gürle adı önce Ege’de sonra tüm ülkede hatta yurt dışında duyulmaya başlayacak. Gürle kırsal turizm odaklarından birisi olacak.

Emeği geçenleri yürekten kutluyorum.

Ortaya atılan düşünce, toprağa düşen, filizlenip gün yüzüne çıkan tohum gibidir. Uygun ortam bulduğunda gelişir, projelere dönüşür ve gerçekleşir.

Bu saptamanın doğruluğunu son olarak, Gürle’de gördüm. “Gürle turizme açılmalı” düşüncesi, destek buldu, gelişti ve şimdi gerçekleşme yolunda hızla ilerliyor.

Manisa, sanayide ve tarımda almış başını gidiyor. Ancak, turizmde sahip olduğu doğal güzelliklere, tarihi ve kültürel zenginliğe rağmen gerekli atılımları yaparak, turizm kenti olma yolunda beklenen gelişmeleri yapamıyor bir türlü. Son yıllarda bu konuyu çok yazanlardan, çok konuşanlardan birisi oldum. Özellikle kırsal turizm ilgi alanlarımın en önemlisi durumuna geldi.

Sanıyorum bir ay önceydi, Yunusemre Belediye Başkan Yardımcısı Sayın Kılıç Kaya’nın daveti üzerine, karanlık ve bozuk yollardan geçerek saat:19.00’da Gürle köyüne gitmiştim. İyi ki gitmişim dedim kendi kendime, hem yeni bilgiler edindim hem de önceden edindiğim bilgi ve deneyimlerimi Gürlelilerle paylaşma olanağı buldum.

Gürle, Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nin hemen bitişiğinde bir köy. Daha önceden de gitmiştim Gürle’ye, Manisa’da çekilmesi için çalıştığım Adem’in Trenleri filminin bazı sahneleri Gürle’de çekilmişti. Arada bir Gürle Alabalık Tesisleri’ne de gidiyorduk. Gürle farklı doğasıyla, su kaynaklarıyla ve un değirmenleri ile öne çıkan fakat tüm olanaklarına rağmen turizmden pay alamayan bir köyümüz.

Gürle’ye giderken, yolların çok kötü olduğunu gördük. Ülkemizin en planlı en güzel Organize Sanayi Bölgesi’nin yanında unutulmuş terkedilmiş bir köy gibi Gürle. Hele taş ocağını görünce, içimden gürlemek, bağırmak, isyan etmek geçti. Dağdaki taş ocağı, güzel bir bayanın suratında açılmış kezzap yarası gibi duruyordu. Su kaynakları var. Cennet gibi bir doğa var. Ve bir taş ocağı!...

Köylüleri toplayıp, Manisa’ya kadar yürümek geçti içimden. Yapılmayan bozuk yollar ve doğal güzelliği bozan taş ocakları için. Yapmayın ne olur. Bozmayın bu doğal güzelliği…

Köye vardığımda, muhtarlık kahvesini dolu buldum. Belediye Başkan Yardımcısı Kılıç Kaya ve Yunusemre Belediyesi’nin müdürleri, çalışanları oradaydılar. Sinevizyon için perde kurulmuştu. Ses düzeni hazırlanmıştı. Yapılacak konuşmaları dinlemeye gelen köy kadınları da vardı.

Yapılacak sunumu bende merak ediyordum. Sayın Kılıç Kaya’nın sunumunu dinleyince iyi ki gelmişim dedim. Gürle Köyü için başlatılacak Müze Köy, Tarım Köy gibi iki güzel proje beni de heyecanlandırdı.

Tarım Köy ve Müze Köy Projeleri eş zamanlı olarak Gürle’de hayata geçirilmek isteniyordu. Manisa’da yaşayan bir yurttaş olarak, bu projelere katkıda bulunmanın ertelenmez bir görev olduğunu düşünüyorum. Manisa’da turizmin gelişmesini isteyenler olarak katkıda bulunmalıyız bu güzel projelere.

Şimdi görüyorum ki, dinlediklerim tek tek uygulamaya konuluyor. Gürle’ye ulaşım için yeni yollar açılıyor. Köylülerle toplantılara devam ediliyor. Doğru olan, bu köylülerde etkin olarak çalışmaların içinde olmalı.

Gürle için düşünenler yapılan projeler gerçekleştiğinde, Gürle adı önce Ege’de sonra tüm ülkede hatta yurt dışında duyulmaya başlayacak. Gürle kırsal turizm odaklarından birisi olacak.

Emeği geçenleri yürekten kutluyorum.



29 Mart 2018 Perşembe

KENT İÇİ ULAŞIMDA HAVARAY



Manisa’da kent içi ulaşımda yaşadığımız sorunlar artarak devam ediyor.Kent içi ulaşım sorunuyla birlikte otopark sorunu da giderek büyüyor.

Kentler bu yoğunluğu taşıyamıyor. Kent içi ulaşım sorununa köklü bir çözüm bulmak gerekiyor. Yapılması gerekenler belli. Kent içindeki yoğunluk azaltılacak. Adliyenin, emniyetin, olduğu gibi, devlet dairelerinin, hatta valiliğin, hizmet birimlerinin kentin yakın çevresine taşınması yoğunluğu azaltacaktır.

Bence köklü çözüm, toplu taşımadır. Ankara, İstanbul, İzmir ulaşım sorununu toplu taşımayla, metro ile çözümledi. Ankara’da ulaşım o kadar rahat ki, toplu taşıma işkence olmaktan çıkarılarak, keyifli yolculuğa dönüştürülmüş. Sorunu toplu taşımayla çözen kentler sadece bu üç kentle de sınırlı değil. Sanayileşen kentlerin tümünde, toplu taşımaya hızlı bir yöneliş var.

Kentimize baktığımızda, metronun uygun olmadığı görülüyor. Tarihi kentimizin altındaki kalıntılar, kazma işini zorlaştırabilir. Ayrıca metro yatırımı pahalı bir yatırım. Yolların bir bölümüne ray döşenmesi de, yolların darlığı nedeniyle mümkün görülmüyor. Geriye kalan tek seçenek de “HAVARAY” Çift yönlü yolların ortasına konulacak direkler üzenine döşenecek raylar üzerinde çalışacak araçlarla toplu taşıma işlemi yapılabilir. “Havaray”la  yapılacak toplu  ulaşım mevcut yolların yükünü çoğaltmayacağından, ulaşım konusuna köklü ve kalıcı bir çözüm getirilmiş olur. Manisa için Havaray önerimizi getirdiğimizde, ülkemizde örnekleri yoktu; ama şimdi Ankara’da, İstanbul’da hatta Konya’da uygulanmış güzel örnekler var. Yurtdışında çok örneği var havaray’ın.

Havaray sistemi sanayicilere büyük rahatlama getireceğinden, finansmanına sanayicilerin katkısı sağlanabilir. Hatta havaray tümüyle yap-işlet-devret modeliyle yaptırılabilir.

Manisa “Havaray”ı tartışmaya hemen başlamalı. “Havaray” Manisa Belediyesinin gündemine alınmalı. “Havaray”ı sanayiciler de tartışmaya başlamalı. Konuya ilgi duyanlar olursa, kendilerine dünyanın değişik kentlerinden değişik uygulamalarından yola çıkarak hazırladığım sunumu gösterebilirim.
Biliyorum birçok kişi daha baştan “olmaz” diyecektir. Ben Manisa’da birçok kişinin “olmaz” dediği işlerin olduğunu çok gördüm. Manisa’da “olmaz” diyenlerin sayısının “olur” diyenlerden çok fazla olduğunu da biliyorum. Ancak, buna rağmen hiç umutsuzluğa düşmüyorum. “Olmaz” diyenlerle “olur”  diyenlere baktığımda nicelik ve nitelik farkını görüyorum. “Olmaz” diyenler sayıca çok oluyor ama “olur” diyenlerin daha nitelikli olması işi her zaman kolaylaştırıyor. İpe un sermek, mazeret üretmek isteyenler, olmaz diyenlerin sayısının çokluğunu kullanabilirler. Ancak, mazeret üretmek yerine marifet göstermek isteyenler,  ülke için, kent için yararlı gördükleri işleri denilenlere bakmadan başarırlar. Şunu iyi bilmeli ki, yarınlara olmaz denileni olduranlar adı ve yaptıkları kalacaktır.

Manisa’da “Havaray” olur mu? Bal gibi olur. Manisa’da kent içi ulaşım sorununu “Havaray” çözer mi? Bal gibi çözer.

Hele bir “Havaray”ı tartışmaya başlayalım. “Başlamak yarısıdır “ diyorlar ya, aslında başlamak tamamıdır. Yeter ki, konuşmaya başlayalım. Birçok insanın “uçuk” bulduğu “Havaray Projesi” Manisa için uygulanabilir ve sürdürülebilir bir çözümdür…




21 Mart 2018 Çarşamba

ETİK VE ESTETİK


Niye, yaşadığımız toplumdan çok sayıda,  her konuda adını duyuran çağdaş dünyada da ilgi uyandıracak yapıtlar üreten sanatçılar, buluşlar yapan bilim adamları, sporcular çıkamıyor, çıkanlara sahip çıkılmıyor diye düşünüyorum.  Benim düşündüğümü birçok kişinin de düşündüğünü ancak, soruya inandırıcı akılcı bir yanıt bulunamadığını biliyoruz. Çoğunluk sorunu ezbere dayanan eğitim sisteminde görüyor.

Ne oldu bize? Biz neden böyleyiz? “Türk gibi başlayıp, Alman gibi bitirmek” sözü neden söylenmiş. Eksikliklere, aksaklıklara kolayca alışıveren bir yapımız var. Tüm bunların nedenini acaba kadercilikte mi aramamamız gerekecek. “E ne olmuş?” deyip çıkıveriyoruz işin içinden. Aslında zekamıza diyecek yok! Sorun sanırım tembelliğimizde. Zekiyiz ama tembeliz.

Bu aralar, kentlerimizde etik ve estetik sorunu yaşanıyor, cümlesini çok kullanıyorum. Çok kullanışımın nedeni, duyduğum rahatsızlık. Kentlerdeki çirkinlikler beni rahatsız ediyor. Beni rahatsız edenin birçok kişiyi rahatsız etmemesine üzülüyorum. Bunca yolsuzluk beni rahatsız ediyor. Beni rahatsız ettiği kadar, hepimizi etse, sorunun çözümleneceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Ancak “Bal tutan parmağını yalar” cümlesini sık kullanan bir toplumun yolsuzluklardan rahatsızlık duyduğunu söylemek pek kolay olmuyor.

Olumsuzluklara alışıveriyoruz hemen. Belli bir zaman dilimi içinde, belli girdileri kullanarak ve belli bir hızda çalışarak, yapabileceğimiz bir işi, güzel yapmak varken, kötü yapıp, “idare eder” diyerek, kabullendirmeye çalışmayı anlayamıyorum. Hele zamana karşı yarışılıyorsa, kötü ürünü, iyi gibi görmek ve göstermek boynumuzun borcu oluyor. Estetik erozyonun nedeni bu gibi geliyor bana. ”Yapıştır gitsin” diyenlerin sayısı artıyor.

Çok güzel binaların yanında, çok çirkinleri de var. Bakarsanız iki binaya da harcanan paranın farklı olmadığını görürsünüz. Birçok binaya bakarım, bu kadar çok para, bu kadar çok emekle böyle bir çirkinliği yaratmayı nasıl başarıyorlar diye şaşırmaktan kendimi alamam. Gerçekten bunca çirkinliği yaratmayı nasıl başarıyorlar bilemiyorum.

Güzel bir gazete ile kötü bir gazete için harcanan emek, zaman ve paranın pek farklı olmadığını biliyorum.  Herhangi bir kişi, bakıyorsunuz daha az zaman, daha az emek harcayarak benzerlerinden daha güzel bir yapıt koyabiliyor ortaya.  Bir ressam içinde durum aynı, aynı tuval, aynı boya, ancak sonuç aynı değil. Burada önemli olan, insan, eğitilmiş insan, estetik yönü gelişkin insan.
Estetik önemli dediğinizde, “önemsiz” diyen mi var?” diyorlar.  Önemliyse, her önemli konu gibi önemine yaraşır özen ister. Hele kentleşmede,  hele yayıncılıkta, gazete çıkarmada, televizyonculuk yapmada bu özen işine daha büyük önem vermek gerekir.

“Ufacık ayrıntı” deyip geçiştiremeyiz işi. Ufacık ayrıntı deyip, görmezlikten gelirsek, devamında gelen ayrıntıları da “ufacık” deyip geçiştirmeye başlarız ki, işte bu estetik erozyonun başlangıcı olur.

Bildiğimiz toprak erozyonunu sık sık gündeme getirip, yeterli olmasa da belli önlemleri almaya çalışıyoruz da, etik ve estetik erozyonunu görmüyoruz bile. Hele estetik erozyonunun varlığından bile haberimiz yok.

Etik ve estetik erozyonla mücadele etmeden,  mutlu insan, mutlu toplum yaratamayız. Ne işbirliğini nede dayanışmayı güçlendirebiliriz. Etik ve estetik erozyonunu önlemezsek demokrasiyi de işletemeyiz. Etik ve estetik çöküntü devam ederse giderek ilkelleşiriz. Eller aya giderken biz yaya kalırız…

Etik ve estetik ayrılmaz ikizlerdir. Biri kötüyse diğeri iyi olamaz. Etik ve estetik değerleri yüksek insanlar yetiştirmek için, bilimin aydınlattığı uygarlık yolunda ilerlemek şart…



17 Mart 2018 Cumartesi

ÇANAKKALE RUHU



Ülkemizin Çanakkale ruhuna gerçekten ihtiyacı var. Çanakkale Ruhu, bu ülkede yaşayanların, inanç ve köken ayrımı gözetmeden tümünün bu ülkenin huzuru ve güvenliği için birlikte mücadele etmesidir.

Çanakkale ruhu her türlü ayrımcılğın bitmesidir.
18 Mart 1915 Çanakkale'de bir kahramanlık destanının tarihe altın harflerle yazıldığı gündür.

Çanakkale zaferi, önemine yaraşır bir özenle kutlanmalı, öğrenilmeli öğretilmelidir. Çanakkale'den geriye kalan, bir büyük destan, bir büyük komutan, yüzbinlerce şehit ve Koca Seyit.

Çanakkale Zaferi, büyük Türk Ulusuna, Mustafa Kemal gibi bir büyük önderi hediye etmiştir.

Ne Çanakkale'yi unuturuz, ne Koca Seyit'leri ne de Mustafa Kemal'i. Unutmayacağımız birşey daha var: Çanakkale'de ortaya çıkan birlik bütünlük ruhu.

Çanakkale Savaşında tarihe şanla geçen anlatılan ve dünya durdukça anlatılacak olan, kahramanlık öyküleri vardır.  Bu öykülerden birisi de Koca Seyit'in öyküsüdür: 1889'da Balıkesir'e bağlı Havran ilçesinin Çamlık köyünde dünyaya gelen Seyit, gürbüz yapısı ve pehlivanlığıyla dikkatleri çekmiştir. Bu vasfından dolayıdır ki asker ocağında kendisine pehlivanlığına izafeten "Koca" lakabı verilmiş ve "Koca Seyid" diye anılmıştır.

1914'te Birinci dünya savaşı patlak verdiğinde Seyit Çanakkale'de topçudur.  Çanakkale Boğazı'nın Rumeli yakasında, Kilitbahir denilen mevkide 28 lik Mecidiye bataryasında Şeyit'le birlikte kırk kişi vazifeliydi. 17 Mart 1915'te Çanakkale'deki bütün birliklerde yoğun bir faaliyet görülmekteydi.
Kıyıları yoğun top ateşine tutan düşman zırhlıları aynı şiddette karşı ateşle karşılaşınca duraklamışlar, fakat ateşlerini kesmemişlerdi. Anadolu ve Rumeli kıyılarından ateş ve dumanlar göklere yükseliyor, düşman ateşi aralıksız devam ediyordu. İngilizlerin en büyük savaş gemilerinden Queen Elizabeth ve Ocean zırhlıları Koca Seyit'in bataryasının bulunduğu Kilitbahir önlerine gelmiş, kıyıyı top ateşine tutuyordu. Ateş çemberi genişleye, genişleye Koca Seyit'in bataryasına ulaşmıştı. Bataryanın sağına soluna mermiler peşpeşe düşmeye başlamıştı. Düşman gemilerinden atılan bir mermi cephaneliğe isabet etmiş, cephanelik havaya uçmuştu. Bataryadaki erlerden on dördü şehit olmuş, yirmi dördü ise yaralanmıştı. Sadece Seyit ile Ali isimli arkadaşı yara almadan kurtulmuşlardı.

Bataryanın toplarından ikisi toprağa gömülmüş ve kullanılmaz hale gelmişti. Sadece bir tanesi kullanılabilir haldeydi. Onun da vinci kırılmıştı. Koca Seyit, bir denizde ateş püskürmeye devam eden düşman zırhlısına bir yerde yatan şehitlere bir de topa bakmış ve büyük bir hırsla her biri 276 kilo ağırlığındaki mermilere yönelmişti. Arkadaşı Niğdeli Ali şaşırmıştı, Koca Seyit ne yapmak istiyordu? Seyit, şaşkınlıkla kendisine bakan arkadaşına "yardım et de mermiyi yükleneyim" demiş, ardından da  koca mermiyi kavramış ve Ali'nin yardımıyla sırtına almıştı. Bir çırpıda, 28'lik topun altı basamağını çıkan Koca Seyit, mermiyi topun ağzına yerleştirmeyi başarmıştı. Şimdi bütün dikkatini vererek önünde canavar gibi duran Ocean'ın üzerine çevirmişti topun namlusunu. Hedefi iyice tesbit edip nişanının doğru olduğuna kanaat getirince topu ateşlemişti. Topun gürlemesiyle birlikte karşıdaki düşman gemisinden yoğun siyah bir duman yükselmişti. Anında yalpalamaya başlamıştı, koca gemi isabet almış ve sulara gömülmüştü. Bu sanki savaşın kırılma noktasıydı.  Gün batımına kadar devam eden şiddetli savaşta düşman perişan edildi. Çanakkale'nin geçilmezliği tüm dünyaya kanıtlanmış oldu.

Türk Ulusu Koca Seyit'i gördü yüreklendi. Mustafa Kemal'i Conkbayırı'nın, Kocaçimen'in can pazarında gördü umutlandı.  Çanakkale Savaşından geriye güzel bir destan kaldı. Çanakale destanından geriye kalan ve şimdi çok ihtiyacımız olan ÇANAKKALE RUHU olmalı. İşte şimdi bu ruh heniden ortaya çıkarılmalı.



8 Mart 2018 Perşembe

KADINLAR GÜNÜ



Bir özlemimi dile getirmek istiyorum hemen yazımın başında: Katınlar, siyasetin içinde olmalı, kentlerin ve ülkenin yönetimine etkin biçimde katılmalı.

Sadece evlerin içine değil, kentin sokaklarına ve meydanlarına kadın eli değmeli.

Tek paragraflık bir özlemin ardından, günün anlam ve önemine ilişkin düşüncelerimi aktarmaya geçebilirim. Dünya Kadınlar Günü’nün ilk olarak gündeme gelmesi 1800’lü yıllara rastlar. 1800’lü yıllarda bir tekstil fabrikasında daha iyi çalışma koşulları isteyen kadın işçiler haklarını kazanmak için mücadele etmişlerdir. Bu hak arama, daha iyi koşullarda çalışma mücadelesi yıllarca devam etmiştir. Devam etmektedir ve edecektir.

Birleşmiş Milletler Örgütü, kadınlarda ayrımcılığı, istismarı fark etmiş ve kadın problemlerine dikkat çekmek için 8 Mart 1975’te, 8 Mart gününü Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul etmiştir.

Amaçlarına ulaşmak için çalışan kadınlar için 8 Mart özel ve önemli bir gündür, önemine yaraşır şekilde kutlanmalıdır. Bence bugünün anlamı ve önemi, hiçbir yaşam sıkıntısı olmayan, lüks içinde yaşayan, kadınlara gelecek bir çiçek, bir hediye vermekle sınırlandırılamaz. Kadınlara çiçek vermek için yüzlerce neden bulabiliriz ama 8 Mart çalışan kadınların günü bir hak arama bir başkaldırma ve siyasete etkin biçimde katılma günü olarak kutlanmalıdır.  Atanamayan bayan öğretmenler, iş bulamayan kadınlar, çocuk yaşta evlendirilenler, istismar edilenler mutlaka gündeme getirilmelidir.

Kadın kuluçka makinesi gibi görülmemeli, kafesler ardına hapsedilmemeli. Kadın duyarlılığı kente ve ülke yönetimine yansıtılmalı. Görün bak kentler nasıl daha güzel, nasıl daha yaşanası olur. Okuryazar olmayan kadınlar için ülke düzeyinde bir seferberlik başlatılmalı kadınlarımız okuryazar durumla getirilmeli.

Öte yandan, sadece dini nikahın yeterli görülmesi, kumalık, berdeller, başlık paraları, dayak ve baskı, töre cinayetleri sona erdirilmeli. Şehirlerimizde işyerlerinde cinsel tacize maruz kalan, doktor yüzü görmediği için yaşamını yitiren kadınların sorunlarına acilen çözüm bulunmalı.

Şu evlendirme programlarının yerini kadınları eğitme okuma yazma programları alsa. Okuma yazma öğrenenlere ödüller verilse, onlara iş bulunsa, eğitimli kadın sayısı çoğaltılsa, ülkemizin kalkınma hızının artacağından, çocukların daha iyi eğitileceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Bir ülkenin kalkınması için öncelikle kadınlarının eğitilmesi gerekir.

Kadınlarımızı erkeğinin yanında birinci sınıf yurttaş yapan, onlara seçme ve seçilme hakkı veren, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür. Kadınlarımız Atatürk’ü daha çok sevmeli, çocuklarına Atatürk sevgisini öğretmeliler.

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında analarımız önemli çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. Yeri geldiğinde cephede savaşmış, yeri geldiğinde cephe gerisinde savaşa destek olmuşlardır, Savaş ardından ülkenin kalkınmasında da kadınlarımız, en ön saflarda yerlerini almıştır.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun.



28 Şubat 2018 Çarşamba

KEÇİ ÇOBANLIĞINDAN DEVECİLİĞE



Çobanlıktan deveciliğe geçiş öyküsünü çok sıkça anlatıyorum.

Çoğunluğu bilenlerin isteği üzerine oluyor. Bu kez de istek üzerine ilginç bulacağınızı düşünerek yeniden yazıyorum.

1950’li yıllar zor yıllardı. Nereden biliyorsunuz demeyin, o yılları yaşadım ve biliyorum. O yıllar özellikle bizim için topraksız köylüler için daha zor yıllardı. Yaşantımızı tek odalı bir ev de sürdürüyorduk. Mutfağımız, yemek odamız, misafir odamız, yatak odamız hepsi o on beş metre kareyi geçmeyen tek odaydı. 1950’li yıllar gerçekten zor yıllardı. Ancak mutlu olmayı, mutlu kalmayı becerebiliyorduk.

Köyde tek bir kişinin keçi sürüsü vardı. Babam keçi sürüsünün çobanlığını yapıyordu. O yıllarda paralı alışverişler yerine değiştirmeler yapılırdı. Sizde olanı olmayana veriyor, ondan da sizde olmayanı alıyordunuz. Köye gelenler, zeytin ve yumurta alarak satış yapıyorlardı. Bulgurla, buğdayla alışveriş yapanlar bile vardı. Çocuklar bakkala yumurta götürür şeker alırlardı.  Keçi sürüsünün sahibi de babama ücret olarak para yerine keçi verirdi. Yıllar sonra ağanın yüz keçisi içinde bizimde on beş keçimiz oldu. Annem bizim keçileri ayrı sağar, sütünü yoğurt yapar satardık.

Bir zaman sonra, babam keçi çobanlığından yakınmaya başladı. Babamı sevenlerden birisi “Bırak demiş keçi çobanlığını. Sat keçilerini, bir deve al. Odun taşır geçinir gidersin. Ağanın tafrasını çekmekten de kurtulursun” demiş. Birlikte bir hesap yapmışlar. Gerçekten de yirmi keçi ile bir deve alınabiliyormuş.

Babam keçileri satıp deve aldı. Böylece keçi çobanlığından kurtulmuş oldu. Hayatımız değişti. Babam her sabah deveyi alıp dağa oduna giderdi. Getirdiği odunu köydeki kahvelere satardı. Kış bastırana kadar her şey düzenli ve güzel gidiyordu. Kış bastırınca deveyi soğuktan korumak zorlaştı. Evin önüne ıhtırıp üzerini eski kilimlerle örtüyorduk. Durumumuzu gören komşumuz. “Bu böyle olmayacak, deveyi üşüteceksiniz. Gelin onu bizim eşek damına koyalım” dedi. Gidip eşek damına bakıldı. Deve yüksek, eşek damı alçaktı. Sununda onunda çaresi bulundu. Deveyi dışarıda ıhtırıp, ayaklarını bağlıyorduk. Emekler durumda da eşek damına koyuyorduk. Sabahleyin de paketlenmiş biçimde damdan dışarı çıkarıp, ayaklarını çözerek ayağa kaldırıyorduk. Deve için birazcık zahmetli oluyordu ancak soğuktan korunması içinde başka bir seçeneğimiz yoktu.

Akşamüzeri yine deveyi paketlenmiş biçimde eşek damına koyup, evlerimize çekildik. Gecenin bir yerinde büyük bir gürültü ile uyandık. Gürültü komşumuzun eşek damının olduğu yerden geliyordu. Koşup gittiğimizde gördüğümüz manzara gerçekten korkunçtu. Eşek damının içinde devenin ayakları çözülmüş ve deve ayağa kalkmıştı. Deve ayağa kalkınca da dam devenin üstüne yıkılmıştı. Deve yıkıntılar arasında bağırırken, köylüler damın çevresinde toplanıp deveyi yıkıntının içinden kurtardılar.

Komşumuzun eşek damına verdiğimiz zararı devemizi satarak ödeyebildik. Yine ortada kalmıştık. Babam varlıklı köylülerin birinin yanında yanaşma olarak çalışmaya başladı. Sadece babam değil annem ve bende çalışıyorduk.

Anlatmak istediğim deve öyküsü işte böyle. Öyküyü, topluluklar özellikle kooperatif ortakları karşısında anlatırken, bir üretim aşamasından, bir üretim aşamasına geçmek için koşulların oluşması gerekir. Eğer koşullar oluşmadan yeni bir üretim aşamasına geçilirse, eşek damının devenin tepesine yıkılması gibi sorunlar yaşanabilir diye noktalıyordum.

Demokrasiye geçişin, Avrupa Birliğine girişin ve kentleşmenin koşulları oluşturulmadan olmuyor. Damların tepemize yıkılmasını istemiyorsak, yeni aşamalara geçişin koşulları oluşturulmalı. İlkel araçlarla ve yönetmelerle çağdaş amaçlara ulaşılamıyor.




22 Şubat 2018 Perşembe

GÜRLE



Geçtiğimiz hafta bugün, Yunusemre Belediye Başkan Yardımcısı Sayın Kılıç Kaya’nın daveti üzerine, karanlık ve bozuk yollardan geçerek, saat:19.00’da Gürle köyüne gittim.

Gürle, Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nin hemen bitişiğinde bir köy. Daha önceden de gitmiştim Gürle’ye, Manisa’da çekilmesi için çalıştığım Adem’in Trenleri filminin bazı sahneleri Gürle’de çekilmişti. Arada bir Gürle Alabalık Tesisleri’ne de gidiyorduk. Gürle farklı doğasıyla, su kaynaklarıyla ve un değirmenleri ile öne çıkan bir köyümüz.

Gürle’ye giderken, yolların çok kötü olduğunu gördük. Ülkemizin en planlı, en güzel Organize Sanayi Bölgesi’nin yanında unutulmuş terkedilmiş bir köy gibi Gürle. Hele taş ocağını görünce, içimden gürlemek, bağırmak, isyan etmek geçti. Dağdaki taş ocağı, güzel bir bayanın suratında açılmış kezzap yarası gibi duruyordu. Su kaynakları var. Cennet gibi bir doğa var. Kim verir kentin içinde bu taşocağı ruhsatlarını anlamak mümkün değil.

Köylüleri toplayıp, Manisa’ya kadar yürümek geçti içimden. Yapılmayan bozuk yollar ve doğal güzelliği bozan taş ocakları için. Yapmayın ne olur. Bozmayın doğal güzelliği…
Köye vardığımda, muhtarlık kahvesini dolu buldum. Belediye Başkan Yardımcısı Kılıç Kaya ve Yunusemre Belediyesi’nin müdürleri, çalışanları oradaydılar. Sinevizyon için perde kurulmuştu. Ses düzeni hazırlanmıştı. Yapılacak konuşmaları dinlemeye gelen köy kadınları da vardı.

Yapılacak sunumu bende merak ediyordum. Sayın Kılıç Kaya’nın sunumunu dinleyince iyi ki gelmişim dedim. Gürle Köyü için başlatılacak Müze Köy, Tarım Köy gibi iki güzel proje beni de heyecanlandırdı.

Tarım Köy ve Müze Köy Projeleri eş zamanlı olarak Gürle’de  hayata geçirilmek isteniyordu. Manisa’da yaşayan bir yurttaş olarak, bu projelere katkıda bulunmanın ertelenmez bir görev olduğunu düşünüyorum. Manisa’da turizmin gelişmesini isteyenler olarak, katkıda bulunmalıyız bu güzel projelere. Manisa, tarımda, özellikle üzümde ve zeytinde öne çıkmış bir kent. Sanayide de adeta destan yazıyor, ancak turizmde çok gerideyiz. Doğal güzelliklerimize tarihi zenginliklerimize rağmen çok gerideyiz. Bu nedenle Gürle Projesini önemsemeliyiz, projeyi başlatanları kutlayıp destek olmalıyız.

Gürle Projesi gerçekleştiğinde, Gürle hem çevre yoluna hem de Menemen yoluna yeni yollarla bağlanmış olacak. Akgedik ve Gürle Toplu Konut Alanları’ndan Gürle`ye yeni yollar yapılacak.
Anlatılanları dinlerken, Şirince Köyü canlandı gözlerimin önünde. Proje gerçekleştiğinde, Gürle’ye çok ziyaretçi geleceğinden, hiç kuşkunuz olmasın.

1930’larda, 40’larda, 50’lerde Anadolu’nun bir köyünde ne varsa, bu köyde de hepsi hatta daha fazlası var. Gürle, çamaşırhanesi, okulu, bakkalı, köy evleri, su değirmenleri, asma ve kemerli köprüsü, köy kahvesi, köyün içinden akan deresi, derede yüzen ördekleri ve alabalık tesisleri ile öne çıkacak.
Düşünülenler arasında, asma köprü, zipline, at safari, pickup, atv, motokros turları, dağ-kaya tırmanışı, çadır kampı yer alacak.

Projeyi yürütecek olanlara başarılar diliyorum. Öncelikle taş ocağı ruhsatı iptal edilmeli, yeni yollar açılmalı, mevcut yol iyileştirilmeli ve bunlardan daha önemlisi, köylüler gecikmeden bir dernek kurup haklarını savunmaya başlamalılar…




16 Şubat 2018 Cuma

ÖZLEM


Benim bir özlemim var. Ne mutlu özlemi olanlara; Ne mutlu içinde özlem büyütenlere; Ne mutlu özlemim gerçekleşsin diye çalışanlara.
Martin Luther King’in 28 Ağustos 1963’te yaklaşık 200 bin kişiye hitap ettiği Lincoln Meydanı’nda gerçekleştirdiği “Bir Hayalim Var” isimli konuşması tarihe geçen unutulmaz anlardan biridir. King bu konuşmayı yaptığında, ben 18 yaşında, özlemleri olan, yurdunu seven, ülkemizde ve dünyada olanla bitenle ilgilenen bir delikanlıydım. King’in konuşmasının Dünya’da yarattığı etkiyi biliyorum. Sonradan bu konuşmadan esinlenerek şarkılar bile yapıldı. Hangimizin hayalleri özlemleri yok ki…
King, bu konuşmasında genel olarak insan hakları, eşitlik ve özgürlük mücadelesini etkili biçimde öne çıkarıyordu.
“Bir Hayalim Var” diye başlamıştı konuşmasına.
Konuşmasının bir yerinde “Bir rüyam var. Gün gelecek, bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak. Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia'nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Gün gelecek, Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.” diyordu.

Tarihe geçen King’in konuşmasını tümünü bulun okuyun ve okutun derim.

Hepimizin hayalleri özlemleri var. Özlemlerimiz ortak hale gelirse,  hepimizin hatta tüm insanlığın ortak özlemi haline gelirse, gönülden söylenirse inanın gerçekleşir.
Benim bir özlemim var: Silahlardan, savaştan arınmış bir dünya istiyorum.
Benim bir özlemim var: Silah üretimine ayrılan kaynaklar insanlar için harcanırsa bir tek aç insan kalmaz.
Benim bir özlemim var: Suları, denizleri, havayı özetle doğayı kirletmesek, ormanları tüketmesek, dünya yaşanası bir cennet olur…
Benim bir özlemim var: Silahlanmaya harcadığımız kaynakları sağlık için harcasak tüm hastalıkların kökü kazınır.
Benim bir özlemim var:  Savaşlar bitsin, barış gelsin.
Benim bir özlemim var: Emperyalist ülkelerin halkları ayağa kalksın. Bir tek emperyalist ülke kalmasın.
Benim bir özlemim var: Tüm insanlar kardeştir densin. Ayrımcılık bitsin.
Benim bir özlemim var: Bırakın dünyayı sevgi yönetsin, korkular sinsin.
Benim bir özlemim var: Barıştan kardeşlikten dayanışmadan yana tüm özlemler gerçekleşsin.
Benim özlemlerim hepimizin özlemi biliyorum. Bu özlemlerin gerçekleşmesini emperyalistler önlüyor biliyorum. Onların sayıları az, biz barıştan kardeşlikten dayanışmadan yana olanlar daha fazlayız. Bir gerçek var. Onlar örgütlü biz dağınığız.

Benim özlemim barıştan kardeşlikten dayanışmadan yana olanların Martin Luther King gibi sesini yükseltmesidir.

8 Şubat 2018 Perşembe

GRİP SALGINI


Bu yıl grip yatağa düşürüyor.


3 Şubat 2018 Cumartesi gününden bu yana yataktayım. Doktora da gittim. Verilen ilaçları kullanıyorum. Daha bir süre daha işi gidemeyecek gibiyim. Aman dikkat alınacak ne önlem varsa alın, kalabalık yerlerden uzak durun. Dediğim gibi bu yılki  grip çok farklı. Doktorum, etkisi uzun sürecek, belki bir ay öksürmen devam edecek dedi.
Grip virüsünün bu yıl 1,5 ay erken geldiği söyleniyor. Çok bulaşıcı. Kas ağrısı yapıyor ve yatağa düşürüyor. Bu yıl ciddi bir grip vakasıyla karşılaşılabilir. Bu seneki virüs 2009 yılındakine benzediği, öldürücü değil ama çok bulaşıcı olduğu söyleniyor.
Grip olduğumu öğrenen arkadaşlarımla yaptığım görüşmelerden, salgının boyutunun genişlemekte olduğunu öğrendim. Bursa, İstanbul gibi illerde yoğunluk devam ediyormuş. Önümüzdeki günlerde Ankara ve İzmir'de grip yoğunluğu yaşanacak deniliyor. Kurak ve soğuk havada grip bir miktar azalırken, bilinenin aksine havanın biraz ılıması ve nem virüsü artırıyormuş. Grip virüsü sürekli değişiklik gösteren bir virüs olduğu için her yıl bir sonraki yılın virüsü tahmin edilerek yeni aşılar üretilmeli. Dilerim gribe karşı kalıcı bir aşı bulunur, dilerim çocuk felcinde olduğu gibi, gribinde kökü kazınır.

Gribin yatağa düşürdüğü birisi olarak söylüyorum, gribe yakalanmamak için gerekli önlemleri alın. Yatakta yatarken, grip konusunu araştırayım dedim. Hastalık yapan 2 tane virüs varmış, A ve B tipi. A tipinde en çok hastalık yapan 2 tipi bulunuyormuş. Birisi domuz gribi diye bilinen H1N1, diğeri de H3N2 virüsüymüş. Esas ölümlere yol açan H3N2 tipi virüsün yaptığı grip hastalığıymış.

Bu hafta bu köşede CHP Kurultayını yazmayı düşünüyordum. Grip konuyu değiştirdi ama yine de birşeyler yazmak istiyorum. CHP çok partili dönemde en büyük seçim başarısını Ecevit’in Genel Başkanlığı döneminde gösterdi. Halkın önüne, Halk sektörü, Demokratik Kooperatifçilik, Köy Kentler gibi projelerle çıktı. Sendikaların, Sivil Toplum Kuruluşlarının Kooperatiflerin desteğini almayı başardı.  Şimdi bakıyorum da, programında olmasına karşın ne kooperatifler, ne sendikalar, ne sivil toplum örgütleri CHP’nin ne söyleminde nede eyleminde var. Ecevit’in Liderliğinde, sivil toplum örgütlerinden, sendikalardan, kooperatiflerden temsilciler milletvekili olurdu, yönetici olurdu. Kooperatif Birliklerinin partili yöneticileri doğal delege olurdu.
Cumhuriyet tarihinde hep yeni partiler ya da yenileşen partiler şanslı olmuştur. Ecevit bir yenileşme hareketidir mesela. Ecevit öncülüğünde kurulan DSP de, birinci parti olmayı başarmıştır yeni bir parti olarak.

CHP’nin kısa sürede bir tüzük ve hemen ardından bir program kurultayı yapması gerekiyor.

Yönetiminde değişimi başaramayan CHP yeni bir söylem ve eylem gerçekleşemediğinde yine % 25 bandını aşamayacak yine umut olamayacaktır.

CHP içine düştüğü kısır döngüden kurtulmalı, CHP yenilenmeli. CHP yenilenemedi ama Siyaset yaşamına İYİ Parti yeni bir parti olarak katıldı. İYİ Parti’yi yeni olmasına karşın gelecek seçimlerde daha şanslı görüyorum. CHP köklü bir değişik yapmayı başarabilseydi keşke.



2 Şubat 2018 Cuma

İYİ İNSAN


İyi insan, kendinden önce toplumu düşünen, topluma hizmeti yaşam biçimine dönüştüren insandır.

İyi insan, kin ve nefreti yüreğine yük etmeyen insandır. Atın yüreğinizden kin ve nefreti, yerini sevgi dolduracaktır inanın. İyi insanlar çoğaldıkça huzur ve mutluluk artar.

İyi insanı sevgi, kötü insanı korku yönetir.  İşlerimizi ya sevdiğimiz ya da korktuğumuz için yaparız. Sevgiyle yapılanlar keyif verirken, korkuyla yapılanlar üzer, gerer, yorar insanı.
Sevgisiz toplum verimsiz çorak tarla gibidir. Sizi bilmem ama ben korkuların sevgilerin önüne geçtiğini görüyorum. Ne yapıp edip sevgiyi etkin kılmalıyız iyileri çoğaltmalıyız. Kötülükleri, iyileri çoğaltarak yenebiliriz.

Çocukluğumu yaşadığım 50’li yılları düşünüyorum, akıllı telefonlarımız yoktu ama aklımız başımızdaydı. Dört işlemi kafadan yapardık. Akıllı arkadaşlarımız dostlarımız komşularımız vardı. O yıllarda çocuklar kaçırılmazdı. Çocuklar sevilirdi, çocuklara kıyılmazdı. İyi insanlar etkindi.

Akhisar’ın Büknüş köyünden Konya’ya gitmiştim tek başıma 1958 yılında 13 yaşındaydım. İyilik vardı, sevgi vardı, yardımlaşma vardı. Şimdi bu yaştaki çocukları değil başka bir kente, parka, bahçeye, sokağa bile göndermiyorlar tek başlarına. Neden? Sevginin yerini korku, kin ve nefret aldı da ondan.
İyi insan seven insandır. Sevgi seveni de sevileni de mutlu eder. Sevmeye niyet edin, arkası kendiliğinden gelir. Sevgiyi derinlemesine yaşamak, sevgiyi evrensel bir değer olarak algılayıp, yaşam biçimine dönüştürmek yaşamınıza anlam katacaktır bunu bilin. Bunun içindir, bırakın dünyayı sevgi yönetsin bırakın dünyayı iyiler yönetsin demem.

Sevmek dünyanın en güzel ve en kolay işidir. Peki, niye doyasıya sevmiyoruz? Bizi büyütenler ve yönetenler sürekli kavga ediyorlar, kavgayı yaşam biçimi haline getiriyorlar, hatta kavgayı kutsuyorlar korku kültürünü büyütüyorlar da ondan.  Yazık oluyor yeni yetişen ve korku kültürüyle büyütülen çocuklara. Sevgi kültürünü, korku kültürünün yerine koyamamışız. Kural dışı her şey için bir ceza düşünülmesi ve uygulanması, yöneticilerin asık suratlı olması, annenin babanın çocuklarına sert görünmek için çaba harcaması, eşlerin birbirine, öğretmenin öğrencisine, amirin memuruna şiddet uygulaması hep korku kültüründen kaynaklanıyor. Ancak, korkutmanın da çözüm getirmediği, sürdürülmesinin mümkün olmadığı da bilinmeli. Bu böyle gitmez. Korkuyla yaşanmaz. İnsan, toplumun koyduğu kurallara, inandığı ve saygı duyup sevdiği için uymalı, verilecek cezadan korktuğu için değil. Kırmızı ışıkta sadece polis olduğu zaman değil, hiç kimsenin olmadığı zaman da durmalı. Yola tükürmemeyi, toplu bulunulan yerlerde sigara içmemeyi, ayıplanmaktan korktuğu için değil, insanları sevdiği için yapmalı.


En büyük evrensel değer, sevgi ve gelişim için çalışmaktır. Hem seveceksin, hem de gelişmeye gücünün yettiğince katkıda bulunacaksın. Hem seven, hem de toplumsal gelişmeye gücünün yettiğince katkıda bulunan insanlar çoğaldıkça, dünya daha yaşanası, insanlar daha mutlu ve gelecekten umutlu olacaktır. İyi insan olmak iyilik getirir. İyilikten iyilik, kötülükten kötülük doğar. İyiler olarak çoğalmanın yolunu bulalım. İyiliğe yapılan yatırım, en büyük zenginliktir.

Süresiz, sınırsız, koşulsuz iyilikler diliyorum.



18 Ocak 2018 Perşembe

LAVANTA GÜNDEMDE


Yuntdağı için bu köşede yazdığım “Lavanta Kokulu Dağ” başlıklı yazımın ilgi görmesi üzerine, çalışmalarımızı hızlandırdık.


Bizimle, eş zamanlı olarak, Manisa Valiliğinin de, bir Vali Yardımcısının başkanlığında, bir komisyon oluşturulduğunu sevinerek öğrendik. Anlaşılıyor ki, bundan böyle lavanta gündemimizde hep olacak. Ben biliyorum ki, Lavanta ile Yuntdağı’nda turizm başlayacak ve sürecek. Yuntdağı Lavanta ile öne çıkacak ve kalkınacak. Bundan hiç kuşkunuz olmasın. İlgili kurum ve kuruluşlarla elele verelim, Yuntdağı’nda Lavanta üretimini başlatıp sürdürelim.

Akhisar Büknüş köyü doğumlu olduğum için biliyorum, Akhisar tütünün başkentiydi. Tütün piyasası Akhisar’da açıklanırdı. İlgili bakan Akhisar’a gelir, tekel binasının önünde biriken tütün üreticilerine tütün alım fiyatını açıklardı. Köylüler eğer açıklanan fiyattan memnun olurlarsa, şapkalarını havaya fırlatırlardı. Şapkaların çoğu tekel binasının çatısında kalırdı. Köylülerde köylerine yeni şapkalarla dönerlerdi. Köylü kadınlar yeni şapka ile köye dönen eşlerini görünce sevinirlerdi tütüne iyi para verilmiş diye. Yıllar geçti tütün önemini yitirmeye başladı. Yetmişli seksenli yıllarda tütünün başkenti olan Akhisar, tütün önemini yitirince durmadı hızla zeytinin başkenti olmaya soyundu ve bunu başardı. Akhisar, şimdi zeytinin başkentidir.
Yuntdağı köylerinde de tütün yetiştirilirdi. Tütün bitince, Osmancalı köyünde çilek üretimi başlatıldı ama yaygınlaştırılamadı. Antep fıstığı yeterince geliştirilemedi. Hiçbir ürün Yuntdağı köylerinin yazgısını değiştirmeye yetmedi. Köyler hızla boşalmaya başladı. Oysa Yuntdağı köylerinde de bir şeyler yapılabilmeliydi. Bir şeyler yapalım diye, Obasya Turizm Geliştirme Kooperatifini kurduk.
Yaptığımız araştırmaların ardından Yuntdağı köylerinin yazgısını değiştirecek ürünün Lavanta olduğunu düşünmeye başladım. Yuntdağı’nın adı da yapacağımız çalışmalarla LAVANTA KOKULU DAĞ olacak…

Uzun süredir lavanta çayı içiyorum. Size de öneririm. Stresle ilgili baş ağrılarında etkili bir iyileştiricidir. Lavanta. İştahı açıyor, sindirimi kolaylaştırıyor. Depresyonla ilgili aşırı sinirlilik durumunda yatıştırıcı oluyor. Uykusuzluk halini gideriyor. Böbrekleri temizliyor. Gördüğünüz gibi, lavantanın yararları saymakla bitmiyor. Lavanta yağı çok değerlidir. Lavanta üretimi yaygınlaşınca ardından, arıcılık başlayacak ve lavanta balı gündeme gelecektir.

Yuntdağı köylülerinin yazgısı Lavanta ile değişecek dedim ya, inanın bunu yürekten ve inanarak söylüyorum. Yuntdağı köylüleri lavanta ile kalkınacak. Şimdiden bir lavanta dosyası açtık, ilgi duyanları bekliyoruz. Yuntdağı’nın Lavanta Kokulu Dağ olması çok yakın. Manisalı girişimci işadamları, size de görev düşüyor. Gelin lavanta üretiminin başlatılıp sürdürülmesi için işbirliği yapalım. Açtığımız dosya giderek zenginleşiyor. Yeni ve yararlı bilgilere ulaşıyoruz. İşbirliğine hazırız. Bu amaçla, Valiliğimize, Belediyemize, Tarım İl Müdürlüğüne, Magider’e ve diğer sivil toplum örgütlerine ziyaretlerde bulunacağız. Lavanta üretiminin geliştirilmesi için kendimizce bir seferberlik başlatacağız. İlgili bakanlık, valilik, belediye ve girişimciler isteyince olmaması mümkün mü? Hadi o zaman çalışmalara başlayalım hemen.

Yuntdağı’nın Lavanta Kokulu Dağ olarak alınmasına, turistlerin Yuntdağı’na gelmesine az kaldı…



10 Ocak 2018 Çarşamba

MANİSA'DA BAHAR


Bahar ne zaman gelecek diye düşünürken, "Baharı bekleyen kumrular gibi" şarkısının sözleri geldi aklıma.


Gerçekten “Baharı bekleyen kumrular gibiyim” büyük bir özlemle bekliyorum baharı. Bademler çiçek açsa, her taraf yeşillense. Kuşların cıvıltısı kaplasa duyulsa diyorum, ne güzel olur değil mi? Manisa’da bahar erken geliyor. Isınan dallara sular yürüyor, tomurcuk oluyor çiçeğe dönüşüyor. Hadi gel artık bahar…

Spil’in doruğunda kar oluyor. Manisa’da bahar.  Dallara su yürüyor. Yüreğimize daha fazla kan pompalanıyor. Toprağa düşen tohum, toprağı çatlatıp gün yüzüne çıkıyor baharla bilirlikte. Serçeler kiremit altlarına girip çıkıp yuvalarının hazırlığına başlıyor. Ben şimdi baharı düşlüyorum, baharı özlüyorum dostlar…

Parkta oturup çayımızı yudumlarken, Spil’in doruğundaki karı seyredebiliyorum. Ne güzel bir kentimiz var. Köklü tarihi geçmişi, doğal güzellikleri ile inci gibi bir kentte yaşıyoruz. Bunun için Manisa’ya atanan memurlar gitmek istemiyor. Bunun için, yuva kurup, konut edinip Manisa’da kalıyorlar. Bunun için Manisalı oluyorlar.

Manisa sadece babasının dedesinin mezarı Manisa’da olanların kenti değil. Manisa sadece nüfus kağıdında İli Manisa yazanların kenti değil.  Manisa Manisa’da yaşayan ve bundan böyle Manisa’da yaşamayı düşünen herkesin kentidir. Tek eksiğimiz aidiyet duygusunu güçlendirememek. Manisa göç alan bir kent, Anadolu’nun her yanından gelmiş insanlar yaşıyor Manisa’da renkli bir mozaik.  Kimileri bu çeşitliliği sorun olarak görüyor. Aslında bunu sorun olarak görmek sorunu çözmüyor.  Bunu çeşitlilik ve zenginlik olarak görmek gerekir.  Kültür çeşitliliği ve zenginliği bir potada,  adına Anadolu sentezi diyebileceğimiz bir senteze dönüştürülebilir.  Kentlilik dayanışması bu sentezle gelişip güçlenecektir.
Kültür çeşitliliği ve zenginliğini etkinliklerimize yansıtırsak, Anadolu Sentezi hızlanacak ve kolaylaşacaktır. Yoksa, insanlarımız geldikleri yerlerin adlarını taşıyan mahallelerde oturdukları ve örgütlenmelerini geldikleri yerlerin adlarını taşıyan derneklerin dışına taşıramadıkları sürece Anadolu sentezini yaratmak zorlaşacaktır.

Güzel bir kentte yaşıyoruz. Güzellikleri yaşamak hakkımız. Spil’in güzelliğini yaşamak hakkımız. Yuntdağı’nın güzelliklerini yaşamak hakkımız. Haklarımızın yanında görevlerimizde var.  Gedizi kurtarmak görevimiz. Spil’de turistik tesisleri kurmak görevimiz. Yuntdağı’nın turizme açmak Yuntdağı’nda lavanta üretimini başlatarak Lavanta Kokulu Dağ yapmak görevimiz. Kentimizin görkemli geçmişini korumak ve mutlu geleceğini kurmak görevimiz.

Güzel bir kentte yaşıyoruz. Ancak sahip olduğumuz güzelliklerin kıymetini bilmiyoruz. Güzel bir kentte yaşıyoruz. Yaşadığımız kenti daha da güzelleştirecek, yaşanası yapacak yatırımlarda geç kalıyoruz.  Kentimizin en az gelecek 25 yılını düzenleyecek, sağlıklı büyümesini sağlayacak planlar yapmalıyız. Karaçay Vadesi Projesini 2018 yılı içinde tamamlayarak kentimize yeni bir güzellik katmalıyız. Kentimizin girişlerini Cumhuriyet Kapısı adını verdiğimiz Kuvayi Milliye Anıtının olduğu alan gibi değişik anıtlarla donatmalıyız. Sadece adımızın büyük şehir olması yetmez,  umutlarımızın da büyük olması gerekir.

Bu kente yaşayanlara düşen görevler var. Bu kent için ne yapabiliriz sorusunu kendimize bir soralım ve birazcık düşünelim. Bu kent için yapabileceğimiz çok şeyin olduğunu görürüz. Baharı beklerken, baharda uyanan doğa gibi bizde uyanmalıyız…



 
back to top