Yeni Kooperatifimiz CEMRE KONUT

S.S. CEMRE Konut Yapı Kooperatifinin imzaları atıldı

CEMRE KONUT / LALE KULE

1+1 Küçük Konut, Büyük Rahatlık

CEMRE KONUT / LALE KULE

S.S. CEMRE Konut Yapı Kooperatif toplantısından görüntüler

CEMRE KONUT / LALE KULE

Hedef Kilitlendi

SİMGE KONUT

1+1 Küçük Konut, Çeyrek Altın, Akıllı Yatırım

SİMGE KONUT

1+1 Küçük Konut, Çeyrek Altın, Akıllı Yatırım

S.S. OBASYA TURİZM GELİŞTİRME KOOPERATİFİ

Mekanda yolculuk sağlayan bir kültür ve turizm projesidir

S.S. OBASYA TURİZM GELİŞTİRME KOOPERATİFİ

Üye Kayıtlarımız Başlamıştır

OBASYA Projesi Yuntdağlarında kurulacaktır.

8 Mart 2018 Perşembe

KADINLAR GÜNÜ



Bir özlemimi dile getirmek istiyorum hemen yazımın başında: Katınlar, siyasetin içinde olmalı, kentlerin ve ülkenin yönetimine etkin biçimde katılmalı.

Sadece evlerin içine değil, kentin sokaklarına ve meydanlarına kadın eli değmeli.

Tek paragraflık bir özlemin ardından, günün anlam ve önemine ilişkin düşüncelerimi aktarmaya geçebilirim. Dünya Kadınlar Günü’nün ilk olarak gündeme gelmesi 1800’lü yıllara rastlar. 1800’lü yıllarda bir tekstil fabrikasında daha iyi çalışma koşulları isteyen kadın işçiler haklarını kazanmak için mücadele etmişlerdir. Bu hak arama, daha iyi koşullarda çalışma mücadelesi yıllarca devam etmiştir. Devam etmektedir ve edecektir.

Birleşmiş Milletler Örgütü, kadınlarda ayrımcılığı, istismarı fark etmiş ve kadın problemlerine dikkat çekmek için 8 Mart 1975’te, 8 Mart gününü Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul etmiştir.

Amaçlarına ulaşmak için çalışan kadınlar için 8 Mart özel ve önemli bir gündür, önemine yaraşır şekilde kutlanmalıdır. Bence bugünün anlamı ve önemi, hiçbir yaşam sıkıntısı olmayan, lüks içinde yaşayan, kadınlara gelecek bir çiçek, bir hediye vermekle sınırlandırılamaz. Kadınlara çiçek vermek için yüzlerce neden bulabiliriz ama 8 Mart çalışan kadınların günü bir hak arama bir başkaldırma ve siyasete etkin biçimde katılma günü olarak kutlanmalıdır.  Atanamayan bayan öğretmenler, iş bulamayan kadınlar, çocuk yaşta evlendirilenler, istismar edilenler mutlaka gündeme getirilmelidir.

Kadın kuluçka makinesi gibi görülmemeli, kafesler ardına hapsedilmemeli. Kadın duyarlılığı kente ve ülke yönetimine yansıtılmalı. Görün bak kentler nasıl daha güzel, nasıl daha yaşanası olur. Okuryazar olmayan kadınlar için ülke düzeyinde bir seferberlik başlatılmalı kadınlarımız okuryazar durumla getirilmeli.

Öte yandan, sadece dini nikahın yeterli görülmesi, kumalık, berdeller, başlık paraları, dayak ve baskı, töre cinayetleri sona erdirilmeli. Şehirlerimizde işyerlerinde cinsel tacize maruz kalan, doktor yüzü görmediği için yaşamını yitiren kadınların sorunlarına acilen çözüm bulunmalı.

Şu evlendirme programlarının yerini kadınları eğitme okuma yazma programları alsa. Okuma yazma öğrenenlere ödüller verilse, onlara iş bulunsa, eğitimli kadın sayısı çoğaltılsa, ülkemizin kalkınma hızının artacağından, çocukların daha iyi eğitileceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Bir ülkenin kalkınması için öncelikle kadınlarının eğitilmesi gerekir.

Kadınlarımızı erkeğinin yanında birinci sınıf yurttaş yapan, onlara seçme ve seçilme hakkı veren, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür. Kadınlarımız Atatürk’ü daha çok sevmeli, çocuklarına Atatürk sevgisini öğretmeliler.

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında analarımız önemli çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. Yeri geldiğinde cephede savaşmış, yeri geldiğinde cephe gerisinde savaşa destek olmuşlardır, Savaş ardından ülkenin kalkınmasında da kadınlarımız, en ön saflarda yerlerini almıştır.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun.



28 Şubat 2018 Çarşamba

KEÇİ ÇOBANLIĞINDAN DEVECİLİĞE



Çobanlıktan deveciliğe geçiş öyküsünü çok sıkça anlatıyorum.

Çoğunluğu bilenlerin isteği üzerine oluyor. Bu kez de istek üzerine ilginç bulacağınızı düşünerek yeniden yazıyorum.

1950’li yıllar zor yıllardı. Nereden biliyorsunuz demeyin, o yılları yaşadım ve biliyorum. O yıllar özellikle bizim için topraksız köylüler için daha zor yıllardı. Yaşantımızı tek odalı bir ev de sürdürüyorduk. Mutfağımız, yemek odamız, misafir odamız, yatak odamız hepsi o on beş metre kareyi geçmeyen tek odaydı. 1950’li yıllar gerçekten zor yıllardı. Ancak mutlu olmayı, mutlu kalmayı becerebiliyorduk.

Köyde tek bir kişinin keçi sürüsü vardı. Babam keçi sürüsünün çobanlığını yapıyordu. O yıllarda paralı alışverişler yerine değiştirmeler yapılırdı. Sizde olanı olmayana veriyor, ondan da sizde olmayanı alıyordunuz. Köye gelenler, zeytin ve yumurta alarak satış yapıyorlardı. Bulgurla, buğdayla alışveriş yapanlar bile vardı. Çocuklar bakkala yumurta götürür şeker alırlardı.  Keçi sürüsünün sahibi de babama ücret olarak para yerine keçi verirdi. Yıllar sonra ağanın yüz keçisi içinde bizimde on beş keçimiz oldu. Annem bizim keçileri ayrı sağar, sütünü yoğurt yapar satardık.

Bir zaman sonra, babam keçi çobanlığından yakınmaya başladı. Babamı sevenlerden birisi “Bırak demiş keçi çobanlığını. Sat keçilerini, bir deve al. Odun taşır geçinir gidersin. Ağanın tafrasını çekmekten de kurtulursun” demiş. Birlikte bir hesap yapmışlar. Gerçekten de yirmi keçi ile bir deve alınabiliyormuş.

Babam keçileri satıp deve aldı. Böylece keçi çobanlığından kurtulmuş oldu. Hayatımız değişti. Babam her sabah deveyi alıp dağa oduna giderdi. Getirdiği odunu köydeki kahvelere satardı. Kış bastırana kadar her şey düzenli ve güzel gidiyordu. Kış bastırınca deveyi soğuktan korumak zorlaştı. Evin önüne ıhtırıp üzerini eski kilimlerle örtüyorduk. Durumumuzu gören komşumuz. “Bu böyle olmayacak, deveyi üşüteceksiniz. Gelin onu bizim eşek damına koyalım” dedi. Gidip eşek damına bakıldı. Deve yüksek, eşek damı alçaktı. Sununda onunda çaresi bulundu. Deveyi dışarıda ıhtırıp, ayaklarını bağlıyorduk. Emekler durumda da eşek damına koyuyorduk. Sabahleyin de paketlenmiş biçimde damdan dışarı çıkarıp, ayaklarını çözerek ayağa kaldırıyorduk. Deve için birazcık zahmetli oluyordu ancak soğuktan korunması içinde başka bir seçeneğimiz yoktu.

Akşamüzeri yine deveyi paketlenmiş biçimde eşek damına koyup, evlerimize çekildik. Gecenin bir yerinde büyük bir gürültü ile uyandık. Gürültü komşumuzun eşek damının olduğu yerden geliyordu. Koşup gittiğimizde gördüğümüz manzara gerçekten korkunçtu. Eşek damının içinde devenin ayakları çözülmüş ve deve ayağa kalkmıştı. Deve ayağa kalkınca da dam devenin üstüne yıkılmıştı. Deve yıkıntılar arasında bağırırken, köylüler damın çevresinde toplanıp deveyi yıkıntının içinden kurtardılar.

Komşumuzun eşek damına verdiğimiz zararı devemizi satarak ödeyebildik. Yine ortada kalmıştık. Babam varlıklı köylülerin birinin yanında yanaşma olarak çalışmaya başladı. Sadece babam değil annem ve bende çalışıyorduk.

Anlatmak istediğim deve öyküsü işte böyle. Öyküyü, topluluklar özellikle kooperatif ortakları karşısında anlatırken, bir üretim aşamasından, bir üretim aşamasına geçmek için koşulların oluşması gerekir. Eğer koşullar oluşmadan yeni bir üretim aşamasına geçilirse, eşek damının devenin tepesine yıkılması gibi sorunlar yaşanabilir diye noktalıyordum.

Demokrasiye geçişin, Avrupa Birliğine girişin ve kentleşmenin koşulları oluşturulmadan olmuyor. Damların tepemize yıkılmasını istemiyorsak, yeni aşamalara geçişin koşulları oluşturulmalı. İlkel araçlarla ve yönetmelerle çağdaş amaçlara ulaşılamıyor.




22 Şubat 2018 Perşembe

GÜRLE



Geçtiğimiz hafta bugün, Yunusemre Belediye Başkan Yardımcısı Sayın Kılıç Kaya’nın daveti üzerine, karanlık ve bozuk yollardan geçerek, saat:19.00’da Gürle köyüne gittim.

Gürle, Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nin hemen bitişiğinde bir köy. Daha önceden de gitmiştim Gürle’ye, Manisa’da çekilmesi için çalıştığım Adem’in Trenleri filminin bazı sahneleri Gürle’de çekilmişti. Arada bir Gürle Alabalık Tesisleri’ne de gidiyorduk. Gürle farklı doğasıyla, su kaynaklarıyla ve un değirmenleri ile öne çıkan bir köyümüz.

Gürle’ye giderken, yolların çok kötü olduğunu gördük. Ülkemizin en planlı, en güzel Organize Sanayi Bölgesi’nin yanında unutulmuş terkedilmiş bir köy gibi Gürle. Hele taş ocağını görünce, içimden gürlemek, bağırmak, isyan etmek geçti. Dağdaki taş ocağı, güzel bir bayanın suratında açılmış kezzap yarası gibi duruyordu. Su kaynakları var. Cennet gibi bir doğa var. Kim verir kentin içinde bu taşocağı ruhsatlarını anlamak mümkün değil.

Köylüleri toplayıp, Manisa’ya kadar yürümek geçti içimden. Yapılmayan bozuk yollar ve doğal güzelliği bozan taş ocakları için. Yapmayın ne olur. Bozmayın doğal güzelliği…
Köye vardığımda, muhtarlık kahvesini dolu buldum. Belediye Başkan Yardımcısı Kılıç Kaya ve Yunusemre Belediyesi’nin müdürleri, çalışanları oradaydılar. Sinevizyon için perde kurulmuştu. Ses düzeni hazırlanmıştı. Yapılacak konuşmaları dinlemeye gelen köy kadınları da vardı.

Yapılacak sunumu bende merak ediyordum. Sayın Kılıç Kaya’nın sunumunu dinleyince iyi ki gelmişim dedim. Gürle Köyü için başlatılacak Müze Köy, Tarım Köy gibi iki güzel proje beni de heyecanlandırdı.

Tarım Köy ve Müze Köy Projeleri eş zamanlı olarak Gürle’de  hayata geçirilmek isteniyordu. Manisa’da yaşayan bir yurttaş olarak, bu projelere katkıda bulunmanın ertelenmez bir görev olduğunu düşünüyorum. Manisa’da turizmin gelişmesini isteyenler olarak, katkıda bulunmalıyız bu güzel projelere. Manisa, tarımda, özellikle üzümde ve zeytinde öne çıkmış bir kent. Sanayide de adeta destan yazıyor, ancak turizmde çok gerideyiz. Doğal güzelliklerimize tarihi zenginliklerimize rağmen çok gerideyiz. Bu nedenle Gürle Projesini önemsemeliyiz, projeyi başlatanları kutlayıp destek olmalıyız.

Gürle Projesi gerçekleştiğinde, Gürle hem çevre yoluna hem de Menemen yoluna yeni yollarla bağlanmış olacak. Akgedik ve Gürle Toplu Konut Alanları’ndan Gürle`ye yeni yollar yapılacak.
Anlatılanları dinlerken, Şirince Köyü canlandı gözlerimin önünde. Proje gerçekleştiğinde, Gürle’ye çok ziyaretçi geleceğinden, hiç kuşkunuz olmasın.

1930’larda, 40’larda, 50’lerde Anadolu’nun bir köyünde ne varsa, bu köyde de hepsi hatta daha fazlası var. Gürle, çamaşırhanesi, okulu, bakkalı, köy evleri, su değirmenleri, asma ve kemerli köprüsü, köy kahvesi, köyün içinden akan deresi, derede yüzen ördekleri ve alabalık tesisleri ile öne çıkacak.
Düşünülenler arasında, asma köprü, zipline, at safari, pickup, atv, motokros turları, dağ-kaya tırmanışı, çadır kampı yer alacak.

Projeyi yürütecek olanlara başarılar diliyorum. Öncelikle taş ocağı ruhsatı iptal edilmeli, yeni yollar açılmalı, mevcut yol iyileştirilmeli ve bunlardan daha önemlisi, köylüler gecikmeden bir dernek kurup haklarını savunmaya başlamalılar…




16 Şubat 2018 Cuma

ÖZLEM


Benim bir özlemim var. Ne mutlu özlemi olanlara; Ne mutlu içinde özlem büyütenlere; Ne mutlu özlemim gerçekleşsin diye çalışanlara.
Martin Luther King’in 28 Ağustos 1963’te yaklaşık 200 bin kişiye hitap ettiği Lincoln Meydanı’nda gerçekleştirdiği “Bir Hayalim Var” isimli konuşması tarihe geçen unutulmaz anlardan biridir. King bu konuşmayı yaptığında, ben 18 yaşında, özlemleri olan, yurdunu seven, ülkemizde ve dünyada olanla bitenle ilgilenen bir delikanlıydım. King’in konuşmasının Dünya’da yarattığı etkiyi biliyorum. Sonradan bu konuşmadan esinlenerek şarkılar bile yapıldı. Hangimizin hayalleri özlemleri yok ki…
King, bu konuşmasında genel olarak insan hakları, eşitlik ve özgürlük mücadelesini etkili biçimde öne çıkarıyordu.
“Bir Hayalim Var” diye başlamıştı konuşmasına.
Konuşmasının bir yerinde “Bir rüyam var. Gün gelecek, bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak. Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia'nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Gün gelecek, Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.” diyordu.

Tarihe geçen King’in konuşmasını tümünü bulun okuyun ve okutun derim.

Hepimizin hayalleri özlemleri var. Özlemlerimiz ortak hale gelirse,  hepimizin hatta tüm insanlığın ortak özlemi haline gelirse, gönülden söylenirse inanın gerçekleşir.
Benim bir özlemim var: Silahlardan, savaştan arınmış bir dünya istiyorum.
Benim bir özlemim var: Silah üretimine ayrılan kaynaklar insanlar için harcanırsa bir tek aç insan kalmaz.
Benim bir özlemim var: Suları, denizleri, havayı özetle doğayı kirletmesek, ormanları tüketmesek, dünya yaşanası bir cennet olur…
Benim bir özlemim var: Silahlanmaya harcadığımız kaynakları sağlık için harcasak tüm hastalıkların kökü kazınır.
Benim bir özlemim var:  Savaşlar bitsin, barış gelsin.
Benim bir özlemim var: Emperyalist ülkelerin halkları ayağa kalksın. Bir tek emperyalist ülke kalmasın.
Benim bir özlemim var: Tüm insanlar kardeştir densin. Ayrımcılık bitsin.
Benim bir özlemim var: Bırakın dünyayı sevgi yönetsin, korkular sinsin.
Benim bir özlemim var: Barıştan kardeşlikten dayanışmadan yana tüm özlemler gerçekleşsin.
Benim özlemlerim hepimizin özlemi biliyorum. Bu özlemlerin gerçekleşmesini emperyalistler önlüyor biliyorum. Onların sayıları az, biz barıştan kardeşlikten dayanışmadan yana olanlar daha fazlayız. Bir gerçek var. Onlar örgütlü biz dağınığız.

Benim özlemim barıştan kardeşlikten dayanışmadan yana olanların Martin Luther King gibi sesini yükseltmesidir.

8 Şubat 2018 Perşembe

GRİP SALGINI


Bu yıl grip yatağa düşürüyor.


3 Şubat 2018 Cumartesi gününden bu yana yataktayım. Doktora da gittim. Verilen ilaçları kullanıyorum. Daha bir süre daha işi gidemeyecek gibiyim. Aman dikkat alınacak ne önlem varsa alın, kalabalık yerlerden uzak durun. Dediğim gibi bu yılki  grip çok farklı. Doktorum, etkisi uzun sürecek, belki bir ay öksürmen devam edecek dedi.
Grip virüsünün bu yıl 1,5 ay erken geldiği söyleniyor. Çok bulaşıcı. Kas ağrısı yapıyor ve yatağa düşürüyor. Bu yıl ciddi bir grip vakasıyla karşılaşılabilir. Bu seneki virüs 2009 yılındakine benzediği, öldürücü değil ama çok bulaşıcı olduğu söyleniyor.
Grip olduğumu öğrenen arkadaşlarımla yaptığım görüşmelerden, salgının boyutunun genişlemekte olduğunu öğrendim. Bursa, İstanbul gibi illerde yoğunluk devam ediyormuş. Önümüzdeki günlerde Ankara ve İzmir'de grip yoğunluğu yaşanacak deniliyor. Kurak ve soğuk havada grip bir miktar azalırken, bilinenin aksine havanın biraz ılıması ve nem virüsü artırıyormuş. Grip virüsü sürekli değişiklik gösteren bir virüs olduğu için her yıl bir sonraki yılın virüsü tahmin edilerek yeni aşılar üretilmeli. Dilerim gribe karşı kalıcı bir aşı bulunur, dilerim çocuk felcinde olduğu gibi, gribinde kökü kazınır.

Gribin yatağa düşürdüğü birisi olarak söylüyorum, gribe yakalanmamak için gerekli önlemleri alın. Yatakta yatarken, grip konusunu araştırayım dedim. Hastalık yapan 2 tane virüs varmış, A ve B tipi. A tipinde en çok hastalık yapan 2 tipi bulunuyormuş. Birisi domuz gribi diye bilinen H1N1, diğeri de H3N2 virüsüymüş. Esas ölümlere yol açan H3N2 tipi virüsün yaptığı grip hastalığıymış.

Bu hafta bu köşede CHP Kurultayını yazmayı düşünüyordum. Grip konuyu değiştirdi ama yine de birşeyler yazmak istiyorum. CHP çok partili dönemde en büyük seçim başarısını Ecevit’in Genel Başkanlığı döneminde gösterdi. Halkın önüne, Halk sektörü, Demokratik Kooperatifçilik, Köy Kentler gibi projelerle çıktı. Sendikaların, Sivil Toplum Kuruluşlarının Kooperatiflerin desteğini almayı başardı.  Şimdi bakıyorum da, programında olmasına karşın ne kooperatifler, ne sendikalar, ne sivil toplum örgütleri CHP’nin ne söyleminde nede eyleminde var. Ecevit’in Liderliğinde, sivil toplum örgütlerinden, sendikalardan, kooperatiflerden temsilciler milletvekili olurdu, yönetici olurdu. Kooperatif Birliklerinin partili yöneticileri doğal delege olurdu.
Cumhuriyet tarihinde hep yeni partiler ya da yenileşen partiler şanslı olmuştur. Ecevit bir yenileşme hareketidir mesela. Ecevit öncülüğünde kurulan DSP de, birinci parti olmayı başarmıştır yeni bir parti olarak.

CHP’nin kısa sürede bir tüzük ve hemen ardından bir program kurultayı yapması gerekiyor.

Yönetiminde değişimi başaramayan CHP yeni bir söylem ve eylem gerçekleşemediğinde yine % 25 bandını aşamayacak yine umut olamayacaktır.

CHP içine düştüğü kısır döngüden kurtulmalı, CHP yenilenmeli. CHP yenilenemedi ama Siyaset yaşamına İYİ Parti yeni bir parti olarak katıldı. İYİ Parti’yi yeni olmasına karşın gelecek seçimlerde daha şanslı görüyorum. CHP köklü bir değişik yapmayı başarabilseydi keşke.



2 Şubat 2018 Cuma

İYİ İNSAN


İyi insan, kendinden önce toplumu düşünen, topluma hizmeti yaşam biçimine dönüştüren insandır.

İyi insan, kin ve nefreti yüreğine yük etmeyen insandır. Atın yüreğinizden kin ve nefreti, yerini sevgi dolduracaktır inanın. İyi insanlar çoğaldıkça huzur ve mutluluk artar.

İyi insanı sevgi, kötü insanı korku yönetir.  İşlerimizi ya sevdiğimiz ya da korktuğumuz için yaparız. Sevgiyle yapılanlar keyif verirken, korkuyla yapılanlar üzer, gerer, yorar insanı.
Sevgisiz toplum verimsiz çorak tarla gibidir. Sizi bilmem ama ben korkuların sevgilerin önüne geçtiğini görüyorum. Ne yapıp edip sevgiyi etkin kılmalıyız iyileri çoğaltmalıyız. Kötülükleri, iyileri çoğaltarak yenebiliriz.

Çocukluğumu yaşadığım 50’li yılları düşünüyorum, akıllı telefonlarımız yoktu ama aklımız başımızdaydı. Dört işlemi kafadan yapardık. Akıllı arkadaşlarımız dostlarımız komşularımız vardı. O yıllarda çocuklar kaçırılmazdı. Çocuklar sevilirdi, çocuklara kıyılmazdı. İyi insanlar etkindi.

Akhisar’ın Büknüş köyünden Konya’ya gitmiştim tek başıma 1958 yılında 13 yaşındaydım. İyilik vardı, sevgi vardı, yardımlaşma vardı. Şimdi bu yaştaki çocukları değil başka bir kente, parka, bahçeye, sokağa bile göndermiyorlar tek başlarına. Neden? Sevginin yerini korku, kin ve nefret aldı da ondan.
İyi insan seven insandır. Sevgi seveni de sevileni de mutlu eder. Sevmeye niyet edin, arkası kendiliğinden gelir. Sevgiyi derinlemesine yaşamak, sevgiyi evrensel bir değer olarak algılayıp, yaşam biçimine dönüştürmek yaşamınıza anlam katacaktır bunu bilin. Bunun içindir, bırakın dünyayı sevgi yönetsin bırakın dünyayı iyiler yönetsin demem.

Sevmek dünyanın en güzel ve en kolay işidir. Peki, niye doyasıya sevmiyoruz? Bizi büyütenler ve yönetenler sürekli kavga ediyorlar, kavgayı yaşam biçimi haline getiriyorlar, hatta kavgayı kutsuyorlar korku kültürünü büyütüyorlar da ondan.  Yazık oluyor yeni yetişen ve korku kültürüyle büyütülen çocuklara. Sevgi kültürünü, korku kültürünün yerine koyamamışız. Kural dışı her şey için bir ceza düşünülmesi ve uygulanması, yöneticilerin asık suratlı olması, annenin babanın çocuklarına sert görünmek için çaba harcaması, eşlerin birbirine, öğretmenin öğrencisine, amirin memuruna şiddet uygulaması hep korku kültüründen kaynaklanıyor. Ancak, korkutmanın da çözüm getirmediği, sürdürülmesinin mümkün olmadığı da bilinmeli. Bu böyle gitmez. Korkuyla yaşanmaz. İnsan, toplumun koyduğu kurallara, inandığı ve saygı duyup sevdiği için uymalı, verilecek cezadan korktuğu için değil. Kırmızı ışıkta sadece polis olduğu zaman değil, hiç kimsenin olmadığı zaman da durmalı. Yola tükürmemeyi, toplu bulunulan yerlerde sigara içmemeyi, ayıplanmaktan korktuğu için değil, insanları sevdiği için yapmalı.


En büyük evrensel değer, sevgi ve gelişim için çalışmaktır. Hem seveceksin, hem de gelişmeye gücünün yettiğince katkıda bulunacaksın. Hem seven, hem de toplumsal gelişmeye gücünün yettiğince katkıda bulunan insanlar çoğaldıkça, dünya daha yaşanası, insanlar daha mutlu ve gelecekten umutlu olacaktır. İyi insan olmak iyilik getirir. İyilikten iyilik, kötülükten kötülük doğar. İyiler olarak çoğalmanın yolunu bulalım. İyiliğe yapılan yatırım, en büyük zenginliktir.

Süresiz, sınırsız, koşulsuz iyilikler diliyorum.



18 Ocak 2018 Perşembe

LAVANTA GÜNDEMDE


Yuntdağı için bu köşede yazdığım “Lavanta Kokulu Dağ” başlıklı yazımın ilgi görmesi üzerine, çalışmalarımızı hızlandırdık.


Bizimle, eş zamanlı olarak, Manisa Valiliğinin de, bir Vali Yardımcısının başkanlığında, bir komisyon oluşturulduğunu sevinerek öğrendik. Anlaşılıyor ki, bundan böyle lavanta gündemimizde hep olacak. Ben biliyorum ki, Lavanta ile Yuntdağı’nda turizm başlayacak ve sürecek. Yuntdağı Lavanta ile öne çıkacak ve kalkınacak. Bundan hiç kuşkunuz olmasın. İlgili kurum ve kuruluşlarla elele verelim, Yuntdağı’nda Lavanta üretimini başlatıp sürdürelim.

Akhisar Büknüş köyü doğumlu olduğum için biliyorum, Akhisar tütünün başkentiydi. Tütün piyasası Akhisar’da açıklanırdı. İlgili bakan Akhisar’a gelir, tekel binasının önünde biriken tütün üreticilerine tütün alım fiyatını açıklardı. Köylüler eğer açıklanan fiyattan memnun olurlarsa, şapkalarını havaya fırlatırlardı. Şapkaların çoğu tekel binasının çatısında kalırdı. Köylülerde köylerine yeni şapkalarla dönerlerdi. Köylü kadınlar yeni şapka ile köye dönen eşlerini görünce sevinirlerdi tütüne iyi para verilmiş diye. Yıllar geçti tütün önemini yitirmeye başladı. Yetmişli seksenli yıllarda tütünün başkenti olan Akhisar, tütün önemini yitirince durmadı hızla zeytinin başkenti olmaya soyundu ve bunu başardı. Akhisar, şimdi zeytinin başkentidir.
Yuntdağı köylerinde de tütün yetiştirilirdi. Tütün bitince, Osmancalı köyünde çilek üretimi başlatıldı ama yaygınlaştırılamadı. Antep fıstığı yeterince geliştirilemedi. Hiçbir ürün Yuntdağı köylerinin yazgısını değiştirmeye yetmedi. Köyler hızla boşalmaya başladı. Oysa Yuntdağı köylerinde de bir şeyler yapılabilmeliydi. Bir şeyler yapalım diye, Obasya Turizm Geliştirme Kooperatifini kurduk.
Yaptığımız araştırmaların ardından Yuntdağı köylerinin yazgısını değiştirecek ürünün Lavanta olduğunu düşünmeye başladım. Yuntdağı’nın adı da yapacağımız çalışmalarla LAVANTA KOKULU DAĞ olacak…

Uzun süredir lavanta çayı içiyorum. Size de öneririm. Stresle ilgili baş ağrılarında etkili bir iyileştiricidir. Lavanta. İştahı açıyor, sindirimi kolaylaştırıyor. Depresyonla ilgili aşırı sinirlilik durumunda yatıştırıcı oluyor. Uykusuzluk halini gideriyor. Böbrekleri temizliyor. Gördüğünüz gibi, lavantanın yararları saymakla bitmiyor. Lavanta yağı çok değerlidir. Lavanta üretimi yaygınlaşınca ardından, arıcılık başlayacak ve lavanta balı gündeme gelecektir.

Yuntdağı köylülerinin yazgısı Lavanta ile değişecek dedim ya, inanın bunu yürekten ve inanarak söylüyorum. Yuntdağı köylüleri lavanta ile kalkınacak. Şimdiden bir lavanta dosyası açtık, ilgi duyanları bekliyoruz. Yuntdağı’nın Lavanta Kokulu Dağ olması çok yakın. Manisalı girişimci işadamları, size de görev düşüyor. Gelin lavanta üretiminin başlatılıp sürdürülmesi için işbirliği yapalım. Açtığımız dosya giderek zenginleşiyor. Yeni ve yararlı bilgilere ulaşıyoruz. İşbirliğine hazırız. Bu amaçla, Valiliğimize, Belediyemize, Tarım İl Müdürlüğüne, Magider’e ve diğer sivil toplum örgütlerine ziyaretlerde bulunacağız. Lavanta üretiminin geliştirilmesi için kendimizce bir seferberlik başlatacağız. İlgili bakanlık, valilik, belediye ve girişimciler isteyince olmaması mümkün mü? Hadi o zaman çalışmalara başlayalım hemen.

Yuntdağı’nın Lavanta Kokulu Dağ olarak alınmasına, turistlerin Yuntdağı’na gelmesine az kaldı…



10 Ocak 2018 Çarşamba

MANİSA'DA BAHAR


Bahar ne zaman gelecek diye düşünürken, "Baharı bekleyen kumrular gibi" şarkısının sözleri geldi aklıma.


Gerçekten “Baharı bekleyen kumrular gibiyim” büyük bir özlemle bekliyorum baharı. Bademler çiçek açsa, her taraf yeşillense. Kuşların cıvıltısı kaplasa duyulsa diyorum, ne güzel olur değil mi? Manisa’da bahar erken geliyor. Isınan dallara sular yürüyor, tomurcuk oluyor çiçeğe dönüşüyor. Hadi gel artık bahar…

Spil’in doruğunda kar oluyor. Manisa’da bahar.  Dallara su yürüyor. Yüreğimize daha fazla kan pompalanıyor. Toprağa düşen tohum, toprağı çatlatıp gün yüzüne çıkıyor baharla bilirlikte. Serçeler kiremit altlarına girip çıkıp yuvalarının hazırlığına başlıyor. Ben şimdi baharı düşlüyorum, baharı özlüyorum dostlar…

Parkta oturup çayımızı yudumlarken, Spil’in doruğundaki karı seyredebiliyorum. Ne güzel bir kentimiz var. Köklü tarihi geçmişi, doğal güzellikleri ile inci gibi bir kentte yaşıyoruz. Bunun için Manisa’ya atanan memurlar gitmek istemiyor. Bunun için, yuva kurup, konut edinip Manisa’da kalıyorlar. Bunun için Manisalı oluyorlar.

Manisa sadece babasının dedesinin mezarı Manisa’da olanların kenti değil. Manisa sadece nüfus kağıdında İli Manisa yazanların kenti değil.  Manisa Manisa’da yaşayan ve bundan böyle Manisa’da yaşamayı düşünen herkesin kentidir. Tek eksiğimiz aidiyet duygusunu güçlendirememek. Manisa göç alan bir kent, Anadolu’nun her yanından gelmiş insanlar yaşıyor Manisa’da renkli bir mozaik.  Kimileri bu çeşitliliği sorun olarak görüyor. Aslında bunu sorun olarak görmek sorunu çözmüyor.  Bunu çeşitlilik ve zenginlik olarak görmek gerekir.  Kültür çeşitliliği ve zenginliği bir potada,  adına Anadolu sentezi diyebileceğimiz bir senteze dönüştürülebilir.  Kentlilik dayanışması bu sentezle gelişip güçlenecektir.
Kültür çeşitliliği ve zenginliğini etkinliklerimize yansıtırsak, Anadolu Sentezi hızlanacak ve kolaylaşacaktır. Yoksa, insanlarımız geldikleri yerlerin adlarını taşıyan mahallelerde oturdukları ve örgütlenmelerini geldikleri yerlerin adlarını taşıyan derneklerin dışına taşıramadıkları sürece Anadolu sentezini yaratmak zorlaşacaktır.

Güzel bir kentte yaşıyoruz. Güzellikleri yaşamak hakkımız. Spil’in güzelliğini yaşamak hakkımız. Yuntdağı’nın güzelliklerini yaşamak hakkımız. Haklarımızın yanında görevlerimizde var.  Gedizi kurtarmak görevimiz. Spil’de turistik tesisleri kurmak görevimiz. Yuntdağı’nın turizme açmak Yuntdağı’nda lavanta üretimini başlatarak Lavanta Kokulu Dağ yapmak görevimiz. Kentimizin görkemli geçmişini korumak ve mutlu geleceğini kurmak görevimiz.

Güzel bir kentte yaşıyoruz. Ancak sahip olduğumuz güzelliklerin kıymetini bilmiyoruz. Güzel bir kentte yaşıyoruz. Yaşadığımız kenti daha da güzelleştirecek, yaşanası yapacak yatırımlarda geç kalıyoruz.  Kentimizin en az gelecek 25 yılını düzenleyecek, sağlıklı büyümesini sağlayacak planlar yapmalıyız. Karaçay Vadesi Projesini 2018 yılı içinde tamamlayarak kentimize yeni bir güzellik katmalıyız. Kentimizin girişlerini Cumhuriyet Kapısı adını verdiğimiz Kuvayi Milliye Anıtının olduğu alan gibi değişik anıtlarla donatmalıyız. Sadece adımızın büyük şehir olması yetmez,  umutlarımızın da büyük olması gerekir.

Bu kente yaşayanlara düşen görevler var. Bu kent için ne yapabiliriz sorusunu kendimize bir soralım ve birazcık düşünelim. Bu kent için yapabileceğimiz çok şeyin olduğunu görürüz. Baharı beklerken, baharda uyanan doğa gibi bizde uyanmalıyız…



4 Ocak 2018 Perşembe

BİRLİKTE GÜZEL


Bu sloganı çok sevdim. Manisa Birlik’in sloganı olarak kullanmayı düşünüyorum. Birlikte Güzel…

İnsanın kişilik yapısını “benim” dedikleri ile “bizim” dedikleri arasındaki tercihi belirliyor. “Benim evim.”, “ benim bahçem.”, “benim arabam.” deniliyor.  Bir de, “Bizim” dediklerimiz var. “bizim sokak.”,”bizim site”,“ bizim kent” "bizim bölge" "bizim ülke" gibi. Sürekli olarak “benim” dediklerini öne çıkaran insanlara “bencil” demek yanlış olmaz. Söze “bizim” diye başlayıp, bizim olanları öne çıkaran, bizim olan için benim olandan vazgeçebilen, insanlara da “toplumcu” nitelendirmesi uygun düşüyor. Toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğu bencilse, ortak sorunlara ortak çözümler bulmak, birlikte iş kotarmak, birlikte yaşamak zorlaşıyor.

Bencillik ve toplumculuk konusundaki düşüncelerimi neden böyle bir yazının konusu yaptığım neden okuyucularla paylaşmak gereğini duyduğum, konuyu aktarınca daha iyi anlaşılacak.

Manisa Birlik olarak 1987 yılından bu yana gerçekleştirmek için çalıştığımız Yeni Manisa Projesi tamamlandı diyebiliriz artık. Yeni Manisa diğer adıyla Güzelyur Mahallesi Bol yeşil alanlı, anıtları, ağaçları ve sosyal donatıları ile farklı, yeni ve örnek bir yerleşim alanı oldu. Yeni Manisa anıtlarla donatıldı. Yeni Manisa’daki anıtların sayısı Manisa’daki anıtların toplamından çok fazla. Kentimizde tek Yunus Emre anıtı var o da Yeni Manisa’daki Birlik Parkında. Yeni Manisa’da park olarak düzenlemeyi bekleyen alanlar da var. Bu alanlar, belediyemizin öncülüğünde sivil toplum örgütleri tarafından ağaçlandırılabilir. Yeni Manisa daha yeşil bir konuma gelir. Yüzme havuzlarının en bol olduğu bölge de Yeni Manisa. İlk bahçeli iki katlı konutlar ve ilk bir artı bir konutlar Yeni Manisa’da yapıldı. Yeni Manisa’daki Parklarda ördekler, kazlar, tavus kuşları ağaçların, konutların, parktaki masaların arasında insanlardan korkmadan özgürce dolaşıyorlar.

Yeni Manisa’daki konutlarda oturanların “benim” dedikleri evleri ve evlerinin çevresinde bahçeleri var. Kooperatif ortakları “benim evim” dedikleri evlerini güzelleştirmek için çalışıyorlar. Evlerinin çevresini yeşillendirmek isteyenler de oluyor. Bazıları bahçesine çim ekip, ağaç dikerken, bir bölümü de domates, patlıcan, biber yetiştirmeye çalışıyor. Barış Alanı’nda oturanların “benim” dedikleri evleri ve bahçelerinin yanında “bizim” diyebilecekleri ortak yerler ve yapılar da var. Bazıları “benim” dediklerine sahip çıkarken, “bizim” diyebilecekleri yerlerin varlığının farkında bile değiller. Bazıları da “benim bahçemdeki, biberlerime, bizim tavus kuşları zarar veriyor, benim biberler için bizim tavus kuşlarının çaresine bakın, onları siteden uzaklaştırın, yok edin.” diyorlar. Aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyorlar. Kuşları zehirleyebileceklerini bile ima ediyorlar. “Benim olan için bizim olandan vazgeçelim” diyorlar. Oysa doğru olan, bizim alanı, Bizim Manisa Tarzanı Parkı’nı, bizim parktaki bizim ağaçları ve bizim kuşları korumak için, “benim” denilen patlıcanın biberin domatesin ikinci plana itilebilmesidir. Bunu yapabilirsek Yeni Manisa’da yaşam zenginleşip güzelleşir. Bunu başarabilirsek, parklarımızda bahçelerimizde ortak alanlarımızda barış kardeşlik gelişip boy verir. Bizim olanın mutluğu, benim olanın mutluğundan daha büyük, daha derin daha kalıcı olur.

Bizim olan için benim denileni feda edebilen insanların çoğunlukta olduğu toplum gelişkin toplumdur. Bizim dediklerimizin güzelliği ve geleceği için benim dediklerimizi ikinci plana ötelemek insanı yüceltir. Bizim ülkemiz, bizim kentimiz, bizim mahallemiz, bizim sokağımız, bizim sitemiz  güzel değilse, evimizin güzelliği neye yarar ki?

YAŞAM BİRLİKTE GÜZEL



2 Ocak 2018 Salı

YENİ YIL


Yeni bir yıla yeni umutlarla girmeye hazırlanıyoruz.

Umutlanmak için nedenler yaratmaya çalışıyoruz. Yeni yıl neler getirecek hep birlikte göreceğiz. Dilerim iyilikler güzellikler getirir. Dilerim barış umutlarımızı güçlendiren bir yıl olur 2018. 2017’de barışa kardeşliğe dayanışmaya, özlem vardı 2018’de de olacak.

Perşembe günleri bu köşede yazıyorum, Cuma günü de Radyo Hiraş'ta Manisa'da Yaşam Programını yapıyoruz Sayın Rıfat Uygur'la birlikte. Radyo Programına köşe yazımla başlıyoruz. Köşe yazımın Hale Taştekin’in güzel sesiyle ayrı bir önem ve ayrı bir anlam taşıdığını düşünüyorum. Bu yazım yeni yılla ilgili olduğu için Sayın Uygur'la elbet yeni yılı da konuşacağız Cuma günü. Yazılarımda da katıldığım programda da ne germek nede gerilmek istiyorum. Güler yüzlü yazılar ve güler yüzlü programlar yapmak istiyoruz. Buna hepimizin ihtiyacının olduğunu düşünüyorum. Germek ve gerilmek istiyorsanız binlerce haklı neden bulabilirsiniz. Ancak gerilmek insanı huzursuz ediyor; Mücadele gücünü azaltıyor. Germeyin gerilmeyin.

Yazılarımda bir gün geçmişin gizemine, bir gün günümüzün gerçeklerine, bir gün geleceğin düşünü kurmaya yöneliyorum.  Geçmişe ve geleceğe ilişkin kurgular yapmaya çalışıyorum. Yazmayı seviyorum. Aslında sevdiğim yazmak değil. Sevdiğim paylaşmak. Yazarak düşüncelerimi paylaşabildiğim için yazıyorum.  İnsanın okunduğunu düşündükçe yazma isteği artarmış. Benim de öyle oluyor.

“Yazacak konu bulmakta güçlük çekmiyor musun?” diye soruyorlar. Manisa’da yazacak konu bulmakta zorluk çekilir mi hiç. Nereye baksan karşına yazacak bir konu çıkıyor. Bazı konular var ki, her gün yazsanız olur. Örneğin kent içi ulaşım ve otopark sorunu diyelim. Kentsel yenileme diyelim. Turizm diyelim. Eğitim diyelim. Bu konularda her gün yazı yazılabilir. Bu konuda yazdıklarımız öyle uzun anlaşılmaz da olmuyor. Sürekli yazdığımız konuştuğumuz çöp sorunu 2017’de bitti. Katı Atıkları değerlendirme tesisine kavuştu Manisa. Vahşi çöp toplama ve depolama sistemine son verildi, Manisa Büyükşehir Belediyesinin girişimiyle. Sanırım 1994 yılıydı, İstanbul’da Hekimbaşı çöplüğü patlamış 45 yurttaşımız çöp yığınları altında can vermişti. Şahin Deresi Çöplüğü de bir gün patlayıp çevresindeki mahalleleri çöp yığınları altında bırakabilir diyorduk, uyarılar yapıyorduk. İmdada Büyükşehir Belediyesi yetişti…

İşimizin sadece yazmakla sınırlı olmadığını, yazdıklarımızın etkilerini de izlemek zorunda olduğumuzu da düşünüyorum. Manisa'nın turizme açılması sürekli olarak gündemde kalsın istediğim için, hemen hemen her yazımda, yaptığım her programda konuyu gündeme getirmeye çalışıyorum.

2018 yılının Manisa’da “LAVANTA YILI” olmasını, Yuntdağı’nın Lavanta Kokan Dağ olarak anılmasını sağlayacak girişimlerin hızlanmasını diliyorum. Bu konuda Manisa Valiliğimizin Yunusemre Belediyemizin büyük katkıları olacaktır diye düşünüyorum.

2018 yılı seçim yılı olacak diyenler var. 2018’de de Hemen her gün politika konuşulacak. Biz Manisa'da genelden çok yereli düşünmeliyiz, yereli konuşmalıyız ve yereli yazmalıyız diye düşünüyorum.  Yaşadığımız kentin sorunlarına çözümler üretilmesi süreçlerinin içinde olmalıyız. Kendimizden önce kentimizi sevmeliyiz. Yaşadığımız kenti korumalıyız. Elimizde olanların değerini bilelim. Ne başka bir Manisa var, nede başka bir Türkiye var. Yeni yılınız kutlu olsun…



27 Aralık 2017 Çarşamba

DEĞİŞİMİN ÖNÜNDEYİZ


Yılın son günlerinde yapmamız gereken “Biz nerede hata yaptık?” sorusuna yanıt aramak olmalıdır.

Bazı insanlar değişimin önünde, ama nasıl biliyor musunuz?  Değişimi hızlandırmak için öncü olarak değil, değişimin hızını kesmek için engel olarak önünde...

“Taş devrine, taş bittiği için değil, kafalar değiştiği ve geliştiği için son verildi” Kafalar değişmeseydi ve gelişmeseydi ne taş biterdi ne de taş devri. İyi mi olurdu kötü mü olurdu bilemiyorum. Ancak, bu kadar çok sorunumuz olmazdı. Nehirlerimiz ve denizlerimiz kirlenmezdi, ozon tabakası da hiç delinmezdi. Yaşamı kolaylaştıran buluşlarda olmazdı ama hava, su, toprak kirlenmesinin getirdiği hastalıklar da olmazdı. Doğal olarak atom bombası da olmazdı. Kimyasal silahlarda olmazdı. Büyük savaşlarda olmazdı. Ancak değişim gerekli. İyiye güzele doğru değişim gerekli.

Kafayı değiştirmeden hiçbir şeyin değişmediği, değişim olsa da bunun algılanmadığı biliniyor. Kafasını değiştiremeyenler değişime de engel oluyorlar. Değişimin hızını kesiyorlar.

Çok yazdım çok söyledim. En büyük kusurumuz: Sorunlarla yaşamaya hemen kolayca alışıvermek. Her yıl, hatta her gün aynı filmi, bir Kemal Sunal filmi gibi bıkmadan usanmadan gülümseyerek izlemek. Sorunlar, alıştığımız bir giysi, kirli bir gömlek gibi üstümüzde duruyor, rahatsızlık belirtisi göstermiyoruz, sırtımızdan çıkarıp atmıyoruz.

2017 yılını da geride bırakıyoruz. Yıl içinde kriz alttan alta yokladı. Belli sıkıştırmalar oldu ancak, tansiyonumuzun yükseldiği anlar oldu. Hemen ardından böbreğimizden taş aldırmak zorunda kaldık. Neyse gelen sıkıntıları sorunsuz aşmayı başardık. Anlayacağınız 2017 yılını olaylı geçirdik. Sıkıntılarımız yok değil,  bir bölümü ister istemez 2018’e de taşınacak. Dileriz bizi yönetenler ve biz hepimiz, 2017’nin son günlerinde,  yaptıklarımızı yapamadıklarımızı ve yapacaklarımızı serin kanlılıkla yeni baştan bir düşünürüz. Buna gerçekten ihtiyacımız var.

Hepimiz, kendimize “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu mutlaka sormalıyız. Bu sorunun yanıtını mutlaka hepimiz bulmalıyız. Aslında da grup grup toplanıp “Biz nerede hata yaptık?” sorusunun yanıtını bulmaya çalışmalıyız. İnanın çok yararlı olacaktır. Bunu her düzeyde yapmalıyız.

Ülkenin her yerinde, her kentinde, her evinde yapmalıyız bunu. Ankara’da  bizi yönetenlerde yapmalı. Manisa’da ki yöneticiler de. Herkes “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu kendine sormalı. “Kimse ayranım ekşi demez” demeyin. Ayranımız ekşiyse tatlı diyerek bir yere varamayacağımızı öğrenmek için daha da geç kalmamalıyız.

Değişimin önünde olmalıyız. Ama nasıl?  Elbet, değişimin isteklisi, destekçisi ve değişimin öncüsü olarak önünde olmalıyız. Atın arabanın önünde olduğu gibi olmalıyız. Atı arabanın ardına koşamazsınız. Değişimin önünde dursanız da uzun süre kalamazsınız. Değişim zorluyor. Dileriz tüm değişimler, ülkemizin, dünyamızın ve tüm insanlığın yararına olur.



21 Aralık 2017 Perşembe

21 ARALIK DÜNYA KOOPERATİFÇİLİK GÜNÜ KUTLU OLSUN


KOOPERATİFLER SADECE KALKINMANIN DEĞİL DAYANIŞMANIN VE TOPLUMSAL BARIŞIN DA GÜVENCESİDİRLER. ÜLKEMİZDE KOOPERATİFÇİLİĞİN DEĞERİ YETERİNCE ANLAŞILAMADI

1975 yılından bu yana aralıksız 42 yıldır kooperatifçilik yapıyorum. Ülkemizde, kooperatiflerin değeri yeterince anlaşılamadı. Kentsel ve kırsal kalkınmaya büyük katkı sağlayacak olan kooperatiflere destek olunmuyor. Birçok kooperatif ayakta kalma mücadelesi veriyor. Kooperatiflerin çoğu isim olarak var cisim olarak yok.

KOOPERATİFLER ALTIN DÖNEMİNİ ATATÜRK’ÜN SAĞLIĞINDA YAŞADI

Ülkemizde kooperatifçilik hareketi “altın dönemini” Atatürk’ün sağlığında yaşamıştır. Atatürk’ten sonra hiçbir kamu yöneticisi kooperatifçiliğe Atatürk kadar sahip çıkıp destek olmamıştır. Ecevit döneminde de özellikle kırsal kooperatifçiliğin gelişmesi için çalışmalar yapılmış ancak başlayan çalışmalar sürdürülememiştir. Bugün kırsal ve kentsel alanda çekilen sıkıntıların bir nedeni de kooperatifçiliğe yeterli desteğin sağlanmamasıdır.

GELİŞMİŞ ÜLKELERİN TÜMÜNDE KOOPERATİFLER EKONOMİNİN TEMELİNİ OLUŞTURURLAR

21 Aralık 1844 tarihinde Dünya Kooperatifçilik hareketine öncülük eden ilk tüketim kooperatifinin İngiltere’de 28 dokuma işçisince kuruluşundan bu yana 173 yıl geçmiştir. Bir buçuk asırdır, kooperatif hareketi o denli gelişmiştir ki, bugün Uluslararası Kooperatifler Birliği (ICA) yaklaşık 90 ülkede 207 ulusal 9 uluslararası örgütü, 700 milyona yakın insanı çatısı altında toplayan en güçlü sivil toplum örgütüdür.
Amerika’da kırsal kesimde elektrik dağıtımının % 90’ı kooperatifler eliyle yapılıyor. Tarımda gelişen birçok ülkede örneğin Hollanda’da, İsrail’de kooperatifçilikten yararlanılıyor. İspanya’da sanayi kooperatifleri çok gelişmiş durumda.
Ülkemizde cumhuriyetin ilk yıllarında büyük önder Atatürk kooperatifçiliği desteklemiş, bu nedenle de Atatürk’ün yaşadığı yıllarda kooperatifçilik Altın Dönemi’ni yaşamıştır. Atatürk’ün zamansız ölümünden sonra “gümüş ve bronz dönemleri” hızla geçmiş, kooperatifçilik destekleneceği yerde kösteklenmiştir. Kırk yıldır kooperatifçilik yapan bir kişi olarak, şimdi üzülerek belirtmeliyim ki, kooperatifçiliğe gelişmesi için verilmesi gereken destek verilmiyor. Bugün kooperatiflerin tümü, kırsal ve kentsel kesimde ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Var olduğu söylenen birçok kooperatifte ismen var cismen yok gibidir.

BAKANLIKLAR VE İLGİLİ BİRİMLER ARASINDA KOORDİNASYON YOK

Kooperatiflerle Tarım Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Çevre Şehircilik Bakanlığı ve sayısız Genel Müdürlük ilgileniyor. Birbirleri arasında eşgüdüm yok. Kooperatifler için gerekli olan bir bakanlık ve bir banka kurulamadı. Kooperatiflerin bir bankasının olmayışı gelişmesini olumsuz yönde etkilemektedir. Çalışmalarını Türkiye’nin yardımıyla sürdüren Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Kooperatifler Merkez Bankası varken ülkemizde olmaması hem üzücü hem de düşündürücüdür.
21 Aralık Dünya Kooperatifçilik gününde Atatürk’ü saygıyla anarak, kooperatifçiliğe yaptığı büyük katkıları anımsamalıyız. Atatürk’ün kooperatifçilikle ilgisi cumhuriyetin kuruluşundan önceye rastlamaktadır. Nitekim 1920’de TBMM’ne sunulan Kooperatif Şirketler kanunu tasarısında Meclis başkanı olarak M. Kemal’in de imzası vardır. 1925 yılında Atatürk’ün Tüketim Kooperatifçiliği ile özel olarak ilgilendiği 24 Mart 1925 tarih 586 sayılı yasa ile Ankara’daki memurlara maaşlarının yarısı kadar ikramiye verilmesi, bunun da Ankara Memurlar Tüketim Kooperatifine anapara olarak yatırılması uygun görülmüştür. 1929’da Zirai Kredi Kooperatifleri Kanunu çıkarılmıştır. 1931 yılında Türk Kooperatifçilik Cemiyeti kurulmuştur. 1935 yılında Tarım Kredi ve Tarım Satış Kooperatifleri yasaları çıkarılmıştır. 1936 yılında Atatürk’ün bir numaralı ortağı olduğu Tekir Tarım Kredi Kooperatifi kurulmuştur. Kooperatifçiliğe yönelik her girişim Atatürk’ün önderliğinde, Atatürk’ün direktifiyle başlatılmıştır.

SİYASETÇİLERİMİZİN NE DİLİNDE NE DE GÖNLÜNDE KOOPERATİFÇİLİK YOK

Şimdi kooperatifçiliği sözcük olarak bile kullanmayan siyasetçilerimiz var. Kooperatifçiliği sözcük olarak bile kullanmayan iktidar ve muhalefet partilerindeki siyasetçilerimizden, kooperatiflerin bir bakanlıkta toplanmasını, kooperatiflerin finansman ihtiyacının karşılanması için Kooperatifler bankasının kurulmasını istemenin bir anlamı var mı bilemiyorum. Ancak kooperatiflerin tüm iş ve işlemleri kooperatifler bakanlığında yürütülürse ve bir de bankası olursa, ülkemizin kalkınmasına kırsal ve kentsel kesimde birçok sorunun çözümlenmesine kooperatiflerin büyük katkısı olacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Kooperatifler, ulusal ve evrensel barışı, dayanışma ve demokrasiyi güçlendirir. Kooperatifçiliğin toplumun güçsüz kesimleri için umut ışığı olabilmesi merkezi ve yerel yönetimlerin kooperatifleri desteklemesiyle mümkündür. Ancak tüm sivil toplum örgütlerine olduğu gibi kooperatiflere de kuşkuyla bakılıyor. Destek olması gerekenler köstek oluyor. Ancak sivil toplumun güçlenmesi ile engeller kolayca aşılacak, güçlenen sivil toplum içinde kooperatifler yerini alacaktır. Özellikle Avrupa Birliği ile görüşmelerin ilerlemesi ile merkezi ve yerel yönetimler kooperatiflerin üstüne eskisi kadar rahat gidemeyecekler, destek vermeseler de engel olamayacaklardır.
İnsan soyu yaşadıkça, işbirliği ve dayanışma olacak. İşbirliği ve dayanışmanın olduğu ortamlarda da kooperatifçilik gelişip güçlenecektir. Bugün kooperatiflere karşı çıkanlar köstek olanlar hep unutulup gidecek, ama kooperatifçiliğe destek veren Atatürk’ün adı ve anısı hep yaşayacak, önümüzü aydınlatacaktır.

Sayıları giderek azalan kooperatiflerde ayakta kalma mücadelesi veren tüm kooperatifçilerimizin kooperatifçiler günü kutlu olsun...



19 Aralık 2017 Salı

OLUMLU DÜŞÜNMEK


Ne yazmalıyım diye düşünürken, önce Kudüs üzerine yazayım dedim. Sonra, yazacak çok şeyin olmadığını gördüm. Birkaç cümle yazabilirim sadece.
Kudüs dünyanın hoşgörü ve barış merkezi olmalı. Farklı inançların ve kültürlerin bir arada insan olma temelinde barış kardeşlik ve hoşgörü içinde yaşayabileceklerini Kudüs’te göstermeliler. Savaş baronları ve çığırtkanları Kudüs’ten elini çekmeli. Benim dileğim bu. Bu güzel dilek tüm insanlığın dileği olarak dile getirilmeli. Her konuda olduğu gibi Kudüs konusunda da olumlu düşünmek gerek.

Bilinçaltınızı olumlu bir yapıya kavuşturmanın yolu, öncelikle konuşmalarınızın içinde bulunan, olumsuzluk taşıyan küçük büyük tüm ifadeleri ayıklamaktır.

Konuşmalarımızdaki kullandığımız olumsuz sözcükler ve bu sırada aklımızdan geçen olumsuz düşünceler tek başlarına zararsız bile görünseler, bir zaman sonra bilinçaltımızda son derece zararlı etkilere yol açıyorlar. Bu sözcükleri kullanırken geriliyoruz. Olumsuz tutum alarak saldırganlaşıyoruz.
Siz değişirken, çevrenizde üzülmek için fırsat kollayan devamlı üzülen, olumsuz insanların bu huylarını değiştirmeye uğraşın. Bir insan nasıl düşünürse öyle yaşar. Üzüntü, sağlıksız ve yıkıcı bir zihinsel alışkanlık, bir hastalıktır. Üzüntü parça parça yok edilir. Bunun için önce küçük şeylere üzülmeyi bırakınız. Konuşmalarınızdan üzüntü ve korku belirten kelimeleri çıkarınız. “Ben yapamam” cümlesi bir hastalık belirtisidir. Daima ben başarırım, ben yaparım deyin. Günde 20 kez ben yaparım, ben başarırım diye tekrarlayın. İleride otomatik olarak böyle düşünmeye başlayacaksınız. “Yapamam” demeyin. Eğer sürekli olarak yokları düşünürseniz varlara ulaşamazsınız. Eğer gerçekçiyim diye övünüyorsanız ve gerçekçiliğiniz sizi karamsar yapıyorsa siz gerçekçi değil karamsarsınız. Mutlu olmanın mümkün olabileceğini düşünün. Coşkulu yaşayın. Dinlediğiniz iç karartan şarkıları değiştirin. Çevrenizdeki olumsuz insanlardan uzaklaşın.

İşin başlangıcı kendinizle barışık olmaktır. Hiçbir şeye canınızı sıkmayın. Bir sandalyeye dik olarak oturun. Rüzgarın hızla estiğini düşünün. Bütün olumsuz duygularınızı tek tek rüzgara bırakın ve rüzgarın alıp gittiğini düşünün. İsterseniz olumsuz düşüncelerini dipsiz bir kuyuya ya da hızla akan bir nehre atabilirsiniz…

En azından 15 dakika boyunca içinizdeki nehre yoğunlaşınız. Bütün kötü olumsuz duyguları korkuları içinizdeki nehre atıp akıp gitmesini sağlayınız. Bedensel olarak duyduğunuz duyumlar nehirden akıp gitsin Düşüncelerin gelip yanınızdan adeta bir tren gibi geçmesine yardımcı olun. Mümkünse hiç bir şey düşünmeyin. Hiçbir şeye karşı koymayın. Bütün kötü düşünceler sizi yalayıp gitsin. Akan suya baraj olmayın. Yollayın gitsin, aksın gönlünce. Duran su kokar, hastalık yapar. Bentleri kaldırın.

Bunu günün her anı yapmaya gayret ediniz. Kendinize karşı durmayın. Bunları yaparken uyuklamayın vücudunuzu bilinçli şekilde hissedin. Ben size meditasyon yapmanızı da öneririm. Araştırın öğrenin ve günde iki kez 15-20 dakika meditasyon yapın.

Vücudunuz sizin mutlu ve huzurlu yaşadığınız evinizdir. Evinizi çöp eve dönüştürmeyin. Olumlu işler başarmak mutlu yaşamak istiyorsanız, olumlu düşünmeyi öğrenin. Olumlu düşünürseniz ömrünüz uzar, sevenleriniz çoğalır mutlu olursunuz…



7 Aralık 2017 Perşembe

BAĞLILIKLAR ZAYIFLIYOR


Bağlılıkların zayıflaması pek üzerinde durmadığımız, farkında olmadığımız bir gelişme. Evet bağlılıklar zayıflıyor. Mekana, kişiye, topluma, işe, aileye bağlılıklar giderek zayıflıyor.

Kişilere bağlılığın zayıflamasını, bekarlığı tercih edenlerin çoğalması, ayrı yaşama isteklerinin artması, ailelerin küçülmesi olarak görüyoruz. Mekana bağlılığın zayıflaması, iç ve dış göçler olarak çıkıyor karşımıza. “Doğduğumuz yer, doyduğumuz yer” olmuyor artık.

Bağlılık aşiretlere ve inanç temelli örgütlenmelere karşıda giderek azalıyor. Siyasi partilere karşıda azalıyor bağlılıklar. Bir önceki seçimde alınan oylar bir sonraki seçimde alınmayabiliyor. Bağlılığın azalmasını iyi bir gelişme olarak görenler de var, kötü olarak değerlendirenler de. Ben iyi bir gelişme olarak görüyorum. Bağlılıkların azalması benim için özgürleşme anlamı taşıyor. Bağlılıklar azaldıkça özgür bireyler olma yolunda ilerlemiş oluyoruz. Bu gerçeği görüp, buna göre planlama yapanlar da var. Bu gerçeğin farkında olmayanlar da var. Bu gerçeği göremeyen, politikacıların sayısı oldukça fazla.

Bağlılıkların azalmasını disiplinsizlik olarak da değerlendirmemek gerekir. Özgür olmak, aydın olmakla eş anlamlıdır bence. Aydın insan eleştiren ve bağlılıklarını sürekli denetleyen insandır. İnsanların değişmeyeceğini sürekli bağlı kalacaklarını sananlar önümüzdeki seçimlerde bunun böyle olmadığını seçimlerde çarpıcı biçimde gördüler. Hiçbir kimse, hiçbir parti, geçtiğimiz seçimlerde aldıklarını garanti görmemeli. Hani “köprülerin altından çok sular aktı” derler ya. Onlarda insanların bağlılıklarının azaldığını görmelidirler. Onun için siyasi partilerin çok çalışması gerekiyor. Oy oranları çalışmalara göre değişecektir bundan hiçbir kimsenin kuşkusu olmasın. Kimsede kendisini bulunmaz sanmasın. Mezarlıklar kendini bulunmaz sananlarla dolu. Bunu da kimse unutmasın. Değişiyoruz, gelişiyoruz, özgürleşiyoruz, onun için bağımlılıklarımız azalıyor. Kimileri bağımlılıkların zayıflamasını “döneklik” olarak, kimileri “zayıflık” olarak, kimileri “kararsızlık” olarak değerlendirecek ve değişenleri suçlayacaklardır. Çağımızda suçlanması gereken, bağlılıklarını sürdürenler, değişmemekte direnenlerdir.

Bugün için bağlı olduklarımız, bugün için anlam taşır. Koşullar değişince, bağlılıklarda değişebilir. Aslında zaman zaman alayla karışık olarak gündeme getirdiğimiz “dün dündür” sözü aslında gerçeğin ta kendisidir. Gerçekten dün kendi koşulları ve kendi doğruları içinde dündür. Eğer, bağlılıklarımız sürecekse, bunun gelişmenin önünde engel oluşturduğunu gecikmeden görürüz. Bağlıkların değişmesi de küreselleşme gibi bir olgu. “Küreselleşmeye karşıyım” diyen bir dostumu, “bende depreme karşıyım” şeklinde yanıtlamıştım. Verdiğim yanıt çok hoşuma gittiğinden sürekli yineleyip duruyorum. Görevimiz karşı olduğumuzu söylemekle yetinmek olmamalı. Görevimiz karşı olduklarımıza karşı önlem almak olmalı. Evet, bağlılıkların azalması da bir olgu.


Her şeye karşı bağlılıklarımız azalırken, yeter ki, yaşama karşı bağlılığımız azalmasın. Yaşama dört elle bağlanan özgür insanlar olmak dışında bağlılığım yok benim. Bunun için de çok mutluyum. Ah birde insanlara karşı kendimi borçlu görme bağlılığından kurtulabilsem...



ETİK VE ESTETİK ÇÖKÜNTÜ


Ne oldu bize? Biz neden böyleyiz? "Türk gibi başlayıp, Alman gibi bitirmek" sözü neden söylenmiş.


Niye, yaşadığımız toplumdan çok sayıda, her konuda adını duyuran çağdaş dünyada da ilgi uyandıracak yapıtlar üreten sanatçılar, buluşlar yapan bilim adamları, sporcular çıkamıyor, çıkanlara sahip çıkılmıyor diye düşünüyorum. Benim düşündüğümü birçok kişinin de düşündüğünü ancak, soruya inandırıcı akılcı bir yanıt bulunamadığını biliyoruz. Çoğunluk sorunu ezbere dayanan eğitim sisteminde görüyor. Eğitim şart diyenlerin sayısı artıyor.

Ne oldu bize? Biz neden böyleyiz? "Türk gibi başlayıp, Alman gibi bitirmek" sözü neden söylenmiş. Eksikliklere, aksaklıklara kolayca alışıveren bir yapımız var. Tüm bunların nedenini acaba kadercilikte mi aramamız gerekecek. “E ne olmuş?” deyip çıkıveriyoruz işin içinden. Aslında zekamıza diyecek yok! Sorun sanırım tembelliğimizde. Zekiyiz ama tembeliz.

Bu aralar "kentlerimizde etik ve estetik sorunu yaşanıyor" cümlesini çok kullanıyorum. Çok kullanışımın nedeni, duyduğum rahatsızlık. Kentlerdeki çirkinlikler beni rahatsız ediyor. Beni rahatsız edenin birçok kişiyi rahatsız etmemesine üzülüyorum. Bunca yolsuzluk beni rahatsız ediyor.. Beni rahatsız ettiği kadar, hepimizi etse, sorunun çözümleneceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Ancak “Bal tutan parmağını yalar” cümlesini sık kullanan bir toplumun yolsuzluklardan rahatsızlık duyduğunu söylemek pek kolay olmuyor.

Olumsuzluklara alışıveriyoruz hemen. Belli bir zaman dilimi içinde, belli girdileri kullanarak ve belli bir hızda çalışarak, yapabileceğimiz bir işi, güzel yapmak varken, kötü yapıp, “idare eder” diyerek, kabullendirmeye çalışmayı anlayamıyorum. Hele zamana karşı yarışılıyorsa, kötü ürünü, iyi gibi görmek ve göstermek boynumuzun borcu oluyor. Estetik erozyonun nedeni bu gibi geliyor bana.

Çok güzel binaların yanında, çok çirkinleri de var. Bakarsanız iki binaya da harcanan paranın farklı olmadığını görürsünüz. Birçok binaya bakarım, bu kadar çok para, bu kadar çok emekle böyle bir çirkinliği yaratmayı nasıl başarıyorlar diye şaşırmaktan kendimi alamam. Gerçekten bunca çirkinliği yaratmayı nasıl başarıyorlar bilemiyorum.

Güzel bir gazete ile kötü bir gazete için harcanan emek, zaman ve paranın pek farklı olmadığını biliyorum. Herhangi bir kişi, bakıyorsunuz daha az zaman, daha az emek harcayarak benzerlerinden daha güzel bir yapıt koyabiliyor ortaya.  Bir ressam içinde durum aynı, aynı tuval, aynı boya, ancak sonuç aynı değil. Burada önemli olan, insan, eğitilmiş insan, estetik yönü gelişkin insan.

Estetik önemli dediğinizde, “önemsiz” diyen mi var?” diyorlar.  Önemliyse, her önemli konu gibi önemine yaraşır özen ister. Hele kentleşmede,  hele yayıncılıkta, gazete çıkarmada, televizyonculuk yapmada bu özen işine daha büyük önem vermek gerekir.

“Ufacık ayrıntı” deyip geçiştiremeyiz işi. Ufacık ayrıntı deyip, görmezlikten gelirsek, devamında gelen ayrıntıları da “ufacık” deyip geçiştirmeye başlarız ki, işte bu estetik erozyonun başlangıcı olur.

Bildiğimiz toprak erozyonunu sık sık gündeme getirip, yeterli olmasa da belli önlemleri almaya çalışıyoruz da, etik ve estetik erozyonunu görmüyoruz bile. Hele estetik erozyonunun varlığından bile haberimiz yok.

Etik ve estetik erozyonla mücadele etmeden, mutlu insan, mutlu toplum yaratamayız. Ne işbirliğini nede dayanışmayı güçlendirebiliriz. Etik ve estetik erozyonunu önlemezsek demokrasiyi de işletemeyiz. Etik ve estetik çöküntü devam ederse giderek ilkelleşiriz. Eller aya giderken biz yaya kalırız…

Etik ve estetik ayrılmaz ikizlerdir. Biri kötüyse diğeri iyi olamaz. Etik ve estetik değerleri yüksek insanlar yetiştirmek için, bilimin aydınlattığı uygarlık yolunda ilerlemek şart…



 
back to top