Yeni Kooperatifimiz CEMRE KONUT

S.S. CEMRE Konut Yapı Kooperatifinin imzaları atıldı

CEMRE KONUT / LALE KULE

1+1 Küçük Konut, Büyük Rahatlık

CEMRE KONUT / LALE KULE

S.S. CEMRE Konut Yapı Kooperatif toplantısından görüntüler

CEMRE KONUT / LALE KULE

Hedef Kilitlendi

SİMGE KONUT

1+1 Küçük Konut, Çeyrek Altın, Akıllı Yatırım

SİMGE KONUT

1+1 Küçük Konut, Çeyrek Altın, Akıllı Yatırım

S.S. OBASYA TURİZM GELİŞTİRME KOOPERATİFİ

Mekanda yolculuk sağlayan bir kültür ve turizm projesidir

S.S. OBASYA TURİZM GELİŞTİRME KOOPERATİFİ

Üye Kayıtlarımız Başlamıştır

OBASYA Projesi Yuntdağlarında kurulacaktır.

17 Kasım 2017 Cuma

SEVGİ KÜLTÜRÜ


En kıt kaynağımız zaman diyorlar ya, aslında sevgiyi unutuyorlar. Bence en kıt kaynağımız sevgi. Sevgi olsun hele, zaman nasıl bulunur görün.


Ülkemizde sevgi eksikliği var diye yakınıyordum sürekli olarak ama gördüm ki, istendiğinde eksiklik gideriliyor, sevgi çoğalıyor, sel olup akıyor.  10 Kasım’da gördük yollara taşan alanlara sığmayan sevgiyi. Sevgiyi görünce özlediğimiz günler gelecek sevgisizlik bitecek diye sevindik çoğumuz.

Sevmek sadece insana özgü bir duygu değil. Sevmek, canlı olmanın temel özelliği olsa gerek. Sevilen  bir hayvanın, neler yaptığını, sevgiye nasıl karşılık verdiğini görürüz ve biliriz. Sevilen çiçeklerin daha güzel çiçek açtığını, daha güzel büyüdüğünü söyleyenler vardır. Evet, sanırım canlı olan her şey sevgiye bir yanıt veriyor. Sevgisizlik, kapkaranlık bir dünya olur gibi geliyor bana. Sevmekte sevilmek de sadece bir duygu değil, ekmek gibi, su gibi, hava gibi temel bir ihtiyaç. Sevginin iyi yanı, sevdikçe bitmiyor, aksine sevdikçe çoğalıyor. Sevgi paylaşıldıkça büyüyor. Sevgiyi derinlemesine yaşayarak yaşamak ne güzel olur değil mi? Sevgiyi derinlemesine yaşamak, sevgiyi evrensel bir değer olarak algılayıp, yaşam biçimine dönüştürmekle mümkün oluyor. Sevgi hepimizin yaşam biçimi olsa, inanın dünyada ne savaşlar olur, ne insanlar açlıktan ölür.

Sevmek varken, yerine neden korku tercih edilir anlayamıyorum. Bazı insanlar, sevilmediklerinden yakınırlar. Ancak sevilmeyen insanlara bakın, genellikle sevmeyen insanlardır. Seven insan mutlaka sevilir. Sevilmediğini söyleyen insanlar öncelikle kendilerine “Ben seviyor muyum?” sorusunu sormalıdırlar. Sevilmek için sevmek gerekiyor. Çevremizde sevgi yerine korku tercih edenleri görebiliriz.  Kolaycı bir yaklaşım olduğu için, gelişmemiş toplumlarda, her şey korku üzerine biçimlendiriliyor. Ve şimdi ülkemizde olduğu gibi, korku kültürü egemen oluyor. Korkunun araç olarak kullanılmasına evden başlanıyor. Çocuk korkutularak büyütülüyor. Okullarda öğrenciler, sınıfta bırakılmakla korkutulmak isteniyor. İnsanlar korkutularak çalıştırılıyor. İşi uzatmaya gerek yok. Devlet yurttaşından, yurttaş devletinden korkuyor. Korku kültürünün yerini sevgi kültürünün alması için çalışma yapılmıyor. Sevdirerek yaptırma yerine aklımıza gelen önlem korkutmak oluyor.. Her işimizi cezalarla, yasaklarla yapmaya kalkıyoruz. Bunun nedeni, yaşamımızda korku kültürünün etkin olması. Korku kültürünün yerine sevgi kültürünü koyabilsek, sorunlarımızın daha kolay çözümlenebileceğinden hiçbir kuşkunuz olmasın.

Kural dışı her şey için bir ceza düşünülmesi ve uygulanması, yöneticilerin asık suratlı olması, annenin, babanın çocuklarına sert görünmek için çaba harcaması, öğretmenin öğrencisini, kocanın eşini dövmesi hep korku kültüründen kaynaklanıyor. Ancak, korkutmanın da çözüm getirmediği, sürdürülmesinin de mümkün olmadığı da biliniyor. Korkunun öne çıkarılmasını toplum yaşamında korku kültürünün egemen olmasını ilkellik olarak görenlerin sayısı artamadığı için, toplumsal gelişme, toplumsal barış, işbirliği ve dayanışma olamıyor. Tüm bu değerlerin yerini, çekişme, çatışma dedikodu ve magandalık alıyor.

İnsan, toplumun koyduğu kurallara, inandığı ve saygı duyup sevdiği için uymalı, verilecek cezadan korktuğu için değil. Kırmızı ışıkta sadece polis olduğu zaman değil, hiç kimsenin olmadığı zaman da durmalı. Hiç yalan söylememeli. Haksızlık yapmamalı. Yola tükürmemeyi, toplu bulunulan yerlerde sigara içmemeyi,  ayıplanmaktan korktuğu için değil, insanları sevdiği için yapmalı.

Sevgi ve gelişim iki evrensel değer. Bu değerleri yücelten kendisi de yücelir. Bu değerleri yücelten hem sever hem sevilir hem de gelişir. Sevmek üzerine birazcık kafa yorsak ve insanları sevmeye çalışsak ne kaybederiz ki.  Benim tek ÖZLEM’im bu işte…



10 Kasım 2017 Cuma

10 KASIM


Her 10 Kasımda ve milli bayramlarımızda olduğu gibi, bugün de Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü sevgiyle, saygıyla, giderek artan bir özlemle anıyoruz.


Atatürk bizim geçmişe özlemimiz değil aydınlık geleceğimizdir. Onun gösterdiği yol bilimin aydınlattığı çağdaş uygarlık yoludur. O büyük insan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek bize bilimin aydınlattığı çağda uygarlık yolunu göstermiştir. Bu nedenle “İzindeyiz” yerine “yolundayız” demeliyiz. Yolundayız Atam.

Atatürk’ün okumaya verdiği öneme değinmek istiyorum bugün.
Atatürk’ün okumaya önem verdiğini,  yaşamı boyunca yaklaşık 4000 kitap okuduğunu biliyoruz.  Dile kolay 4000 kitap.
Atatürk “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım.” diyor.  Atatürk’ün dediği gibi kitap okumalıyız. Gelişmek için okumak şart. Harçlıklarımızın yarısını kitaplara vermeliyiz. Aldığımız kitapları arkadaşlarımızla değişerek daha çok kitap okumalıyız. Okumak gerçekten şart.

Atatürk şüphesiz ki yüzyılımızın önde gelen kişileri arasındadır. Kuşkusuz bu özelliğinin var olmasında askeri kişiliği, devlet adamlığının yanısıra bir de düşünce adamı olmasının da büyük payı vardır. Yaşamı boyunca kitap, Atatürk için vazgeçilmez bir değer, yol gösteren bir varlık olmuştur. O’nun için okumak bir tutkuya dönüşmüş ve bu tutku sonunda geniş bir kültür kazanmıştır.

Atatürk için kitap, öğrenim yaşamı boyunca her aşamada etkili olmuştur. İlkokul öğrencisi iken kitap okumayı, sokakta oynamaya yeğlemiş, ders kitapları ile yetinmemiş, askeri okulda öğrenimini sürdürürken de yerel dergi ve gazeteleri izlemiş, fen ve matematik konularında yarışmalara girip kazanmıştır. Vatan ve özgürlük kavramlarını işleyen Namık Kemal’ın eserlerini, Mehmet Emin Yurdakul ve Tevfik Fikret’in şiirlerini okurken, öte yandan da Voltaire, Rousseau, Montesqiue gibi Fransız düşünürlerin eserlerini okumuş ve fikirleri üzerinde tartışmıştır. Fransızca öğrenmiş ve bu dilde, askerlik eğitimi ile ilgili olduğu kadar, siyaset, hukuk ve edebiyat üzerine yazılmış eserleri de okumuştur.
Atatürk 3. Ordu’dayken General Litzmann’dan çeviriler yapmış, Çanakkale Savaşları sırasında, ateş altında bile okumaktan vazgeçmemiştir.

Atatürk vatanı düşman istilasından kurtardıktan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra sosyal ve ekonomik konulara daha çok eğilmek gereğini duymuştur. Artık O, savaş alanlarında kazandığı zaferlerini, kültürel, sosyal, ekonomik alanlarda yapmayı tasarladığı reformlarla sağlam temellere oturtmak istiyordu. Bunun için de yapacağı devrimler için her türlü fikir ve inanç düzeyindeki delegelerle dolu bir Meclis’in başkanı olarak yeterli bilgi edinmesi gereğine inanıyordu. Bu nedenle de o güne kadar okuyamadığı bazı kitapları yurt dışından getirtiyor, Türkçeye çevirtiyordu. Atatürk’ün hangi konularda, ne çeşit eserler okuduğunu gösteren en güvenli kaynak özel kütüphanesinin kataloğudur. Bu kaynak O’nun düşünce ve kültür yaşamının bir göstergesidir. Atatürk’ün özel kütüphanesinin koleksiyonları arasında en geniş yeri tarih kitapları almaktadır.

Yazımı Platon’un bir sözüyle noktalamak istiyorum: “Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur;  Devam ederse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler türer.” Eğitim gerçekten şart. Eğitim içinde Atatürk gibi çok okumak şart…



2 Kasım 2017 Perşembe

YOLUNDAYIZ ATAM


Atatürk ve kurduğu cumhuriyet yükselen değerimizdir. Her geçen gün, Atatürk'e duyduğumuz sevgi ve saygı artıyor.

Atatürk geçmişe özlemimiz değil aydınlık geleceğimizdir. Yurttaşlarımız Atatürk'e gönülden bağlanıyor. Geçtiğimiz Cumhuriyet Bayramında yurttaşlarımızın sokaklara dökülmesinde, meydanları gelincik tarlasına döndürmesinde gördük.

Atatürk bir dünya lideridir. Atatürk’ün tüm çağdaşları unutulup gitmişken, Atatürk’ün sadece ülkemizde değil, birçok ülkede sevgiyle saygıyla anılıyor.

UNESCO 1981 yılında, 100. Doğum Yıldönümü nedeniyle Atatürk'ün evrensel niteliklerini ortaya koymuş ve Atatürk'ün doğumunun 100. yılını bütün dünyada, "1981 Atatürk Yılı" olarak kutlanmasını sağlamıştır. Biliyor musunuz, bu uygulama, dünyada ilk ve tektir.

27 Kasım 1978 Tarihli UNESCO Genel Kurulunda, 152 ülkenin temsilcilerinin oybirliği ile Uluslararası anlayış işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. Yıldönümünde, 1981 yılında anılması kararlaştırmıştır.

UNESCO tarafından hazırlanıp tüm uluslara duyurulan, afiş haline getirilip her yere asılan  metin aynen şöyle:
“Atatürk;  Uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün bir kişi,  olağanüstü reformlar gerçekleştirmiş bir devrimci,  sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk lider, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün hayati boyunca insanlar arasında renk, din ve irk ayrımı gözetmeyen essiz bir devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusudur.”

Kısa ve özlü metin Atatürk’ümüzü ne güzel anlatıyor değil mi?
Atatürk tartışmasız bir dünya lideridir. Onun için sevgisi büyüyor, onun için Atatürk denilince yüzler gülüyor, onun için alanlar caddeler sokaklar salonlar doluyor. Başı sıkışan kurtuluşu Atatürk’te görüyor.
 “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir” diyen Atatürk’ün ışığı önümüzü aydınlatıyor.
Her yıl değişen eğitim sistemleri yerine “Öğretmenler! Cumhuriyet sizden düşünceleri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” Sözünden yola çıkarak, özgür, soran sorgulayan, ezberleyen değil bilgilere ulaşan ve üreten kuşakları yetiştirecek bir eğitim sistemi uygulanmalıdır.

Atatürk “Hiçbir şeye ihtiyacımız yok, yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak!” diyor. Erkek , kadın, genç ihtiyar demeden  çalışacağız. Atatürk’ün gösterdiği bilimin aydınlattığı yolda ilerleyerek, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşıp aşacağız.

Yolundayız Atam.



26 Ekim 2017 Perşembe

YAĞMUR


Yağmurlu bir sabaha uyandık bugün.


Havada güzel bir toprak kokusu var.
Yapraklar suyla buluştular.
Ne güzel olur yağmur altında buluşmalar.
Güzel ülkemin her mevsimi güzel.
Aslında dünya güzel.
Dünya’yı cennet yapmakta,
cehenneme dönüştürmekte bizim elimizde.
Ne demiş kızıl derili bilge:
“Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı
biz onu çocuklarımızdan emanet aldık.”
Biz düşen emanete, hıyanet etmemek,
Gelecek kuşaklara güzel bir dünya bırakmaktır.
Çatlamış toprak gibi
Ben de yağmuru çok seviyorum
Özlemle bekliyorum.
Derelere konut yapmasaydık
Derelerin üstünü kapatmasaydık
Doğanın dengesini bozmasaydık seller olmazdı
Seller can almazdı.
İnsanlar yağmurdan korkmazdı.
Dedelerim yağmur duasına çıkardı yaşadığım köyde.
Şimdi bulutlara yağmur tohumluyorlar.
Orta Asya’dan kuraklık nedeniyle göçmüşüz.
Yağmur duaları o zamanlardan kalma bence.
Buluta tohumlayarak yağmur yağdırmak fikri çıktı sonra.
Denemeler yaptılar, hatta ülkemizde de denediler
Yağmur yağdırdılar…
Bence işin doğrusu var olan yeşili korumak ve çoğaltmaktır.
Ormanın yağmuru çektiğini biliyoruz.
O zaman, ormanlarımızı korumalı ve çoğaltmalıyız.
O zaman hepimiz yeşili sevmeli Manisa Tarzanı gibi olmalıyız.
Yeşili koruyacağız.
Derelerin içine konut yapmayacağız.
Doğanın dengesini bozmayacağız.
Betonlaşmadan uzak duracağız.
Yağmurlu güzel bir güne uyandık bugün.
Keşke trafik felç olmasa,
Keşke seller canları almasa
Sadece, yağmurun keyfini yaşasak keşke…



20 Ekim 2017 Cuma

DEĞİŞİMİN ÖNÜNDEYİZ AMA NASIL?


Bazı insanlar değişimin önünde, ama nasıl biliyor musunuz? Değişimi hızlandırmak için öncü olarak değil, değişimin hızını kesmek için engel olarak önünde...


“Taş devrine, taş bittiği için değil, kafalar değiştiği ve geliştiği için son verildi.” Kafalar değişmeseydi ve gelişmeseydi ne taş biterdi ne de taş devri. İyi mi olurdu kötü mü olurdu bilemiyorum. Ancak, bu kadar çok sorunumuz olmazdı. Nehirlerimiz ve denizlerimiz kirlenmezdi, ozon tabakası da hiç delinmezdi. Yaşamı kolaylaştıran buluşlarda olmazdı. Yazı ve resim olmazdı işte bu kötü olurdu.

Kafayı değiştirmeden hiçbir şeyin değişmediği, değişim olsa da bunun algılanmadığı biliniyor. Kafasını değiştiremeyenler değişime de engel oluyorlar. Değişimin hızını kesiyorlar.

Hep yazıyorum ve söylüyorum, en büyük kusurumuz, sorunlarla yaşamaya hemen kolayca alışıvermek. Her yıl, hatta her gün aynı filmi, bir Kemal Sunal filmi gibi bıkmadan usanmadan gülümseyerek izlemek. Sorunlar, alıştığımız bir giysi, kirli bir gömlek gibi üstümüzde duruyor, rahatsızlık belirtisi göstermiyoruz, sırtımızdan çıkarıp atmıyoruz. “Alın yazısı kader” deyip geçiyoruz.

Her şey güllük gülistanlık deniliyor ama üretim artışı yok,  işsizliğin önlenmesi yok, gelir düzeyinin yükselmesi yok, satılan çok yerine konulan yok, sorunlar var çözüm yok. Kurtuluş dışarıdan verilen reçeteleri ile değil, kurtuluş öz kaynaklarımıza yönelmekle ve insanımızın üretkenliğine güvenmekle olur. Ah, politikacılarımız bunu bir anlasa, sorunun çözümü yolunda en önemli adım atılmış olacak.

2017 yılını geride bırakmaya çok az kaldı. Yıl içinde büyük bir kalp krizi yaşadık. Hemen ardından böbreğimizden büyük bir taş aldırmak zorunda kaldık. Anlayacağınız 2017 yılını 2016 yılı gibi çok sıkıntılı geçirdik.  Sıkıntılarımızın bir bölümü ister istemez 2018’e de taşınacak. Dileriz bizi yönetenler ve biz hepimiz yaptıklarımızı yapamadıklarımızı ve yapacaklarımızı  serin kanlılıkla yeni baştan bir düşünürüz. Buna gerçekten ihtiyacımız var.

Hepimiz, kendimize “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu mutlaka sormalıyız. Bu sorunun yanıtını mutlaka hepimiz bulmalıyız. İnanın çok yararlı olacaktır. Bunu her düzeyde yapmalıyız.

Ülkenin her yerinde her kentinde her evinde yapmalıyız bunu. Ankara’daki yöneticiler de  yapmalı. Manisa’da ki yöneticiler de  herkes “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu kendine sormalı. “Kimse ayranım ekşi demez” demeyin. Ayranımız ekşiyse tatlı diyerek bir yere varamayacağımızı öğrenmek için daha da geç kalmamalıyız.

Değişimin önünde olmalıyız. Ama nasıl?  Elbet, değişimin isteklisi, destekçisi ve değişimin öncüsü olarak, atı arabanın önüne koşmalıyız ardına değil…



13 Ekim 2017 Cuma

DERVİŞ YUNUS


Yıllar sonra, Geleneksel Yunus Emre Sevgi Günleri demeye daha geniş katılımlarla büyük halk ozanını anmayı anlamaya, sevgiyle kucaklaşmaya başlayacağımızı umuyorum.

Yunusemre Belediyesi'nin, halk ozanı, derviş Yunus Emre'nin adını ve anısını yaşatmak, yeni kuşaklara öğretmek için bu yıl 3’ncüsünü düzenlediği Uluslararası Yunus Emre Günleri 16-22 Ekim tarihleri arasında yapılacak.

Yıllar sonra, Geleneksel Yunus Emre Sevgi Günleri demeye daha geniş katılımlarla büyük halk ozanını anmayı anlamaya, sevgiyle kucaklaşmaya başlayacağımızı umuyorum. Yunus Emre yaşıyor olsaydı, etkinliğin adının, Yunus Emre Sempozyumu konulmasını istemezdi Yunus Emre Buluşması derdi mesela; Yunus Emre Sevgi Günleri derdi. Ne söyleyecekse Öz diliyle, Türkçeyle söylerdi. Çünkü O dilimizi en güzel kullanan halk ozanlarımızın önde geleniydi. Seçkinlerle değil, halkla birlikte olmayı yeğlerdi. Yunus Emre’yi Yunus Emre gibi Türkçe ile anlamalı, Türkçe ile anmalıyız. Sempozyumun Türkçesi, Bilgi Şöleni’dir. Yunus Emre gibi bir bilgeye Bilgi Şöleni daha çok yakışmaz mı? Yunus Emre Sevgi Günlerinde, güzel Türkçemizi de öne çıkaralım.

Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsüdür Yunus Emre. Yazdıkları ve söyledikleriyle Türk dilinin tüm sadelik ve güzelliğiyle ortaya koymuş, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir Ozandır. Yaklaşık 700 yıldır, şiirleri okunan bir gönül adamıdır Yunus Emre.

Yunus Emre'nin, birçok yerde mezarı bulunduğunun söylenmesi, ne kadar sevildiği ve benimsendiğinin çarpıcı bir örneğidir. O hepimizin yüreğindedir.  Gerçekten de halktan biri olan Yunus Emre, halkın değer, duygu ve düşüncelerini dile getirerek tarihimizin halkla barışık aydınlarından biri olma özelliğine sahip olduğunu göstermiştir. Anma programlarında bu yönü öne çıkarılmalı, geniş halk katılımı amaçlanmalıdır.
Yunus Emre'nin tasavvuf anlayışında dervişlik olgunluktur, sevgidir, benlikten bizliğe, bizlikten hiçliğe geçmektir; kavgaya, gösterişe, hamlığa, düşmanlığa, şekilciliğe karşı çıkmaktır. Yunus Emre, Türkçe yazıp söylese de söyledikleri evrenseldir.
`Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz` diyen Yunus Emre`yi adı verilen Yunusemre ilçemizde anmak ilçemize yakışan bir etkinlik oldu.
İlçemize Yunusemre adı verilince, çok sevinmiştim ve ilk işim Güzelyurt Mahallesindeki Birlik Parkı'na Yunus Emre'nin güzel bir heykelini Sanatçı Mustafa Toygar'a yaptırmak olmuştu.
Manisa'da Manisa Tarzanı ve Çevre Günlerimiz vardı, şimdi bir de Yunus Emre Günlerimiz oldu. Bu tür etkinlikler, kent insanının yalnızlığını aşmasını, bir araya gelmesini dostluk ve dayanışmanın güçlenmesini sağlıyor. Katılım olmadan atılım olmaz diyerek bu tür etkinliklere katılmalı, salonları doldurmalıyız.

Yunusemre Belediyemizin de Yunus Emre'ye sahip çıktığını görmek bu ilçenin bir yurttaşı olarak beni çok sevindirdi. Yunusemre Belediyesi tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenecek olan Uluslararası Yunus Emre Günleri bu yılda 16 Ekim'de başlıyor. Gelenekselleşmesi amaçlanan Yunusemre Etkinlikleri, bilim adamlarını ve sanatçıları Manisalılarla buluşturacak. Yunus Emre Günleri, sevginin konuşulduğu günler olacak. Emeği geçenleri şimdiden kutluyorum.

Yunus Emre Günlerinde buluşmak için 16 ve 22 Ekim 2017 tarihlerini boş bırakın ve Yunus Emre Günlerine mutlaka katılın. Ben, birçok dostumla, Yunus Emre Etkinliğinde buluşmak, selamlaşmak ve konuşmak istiyorum.



5 Ekim 2017 Perşembe

ÇÖP SORUNU BİTTİ


Spil Dağı eteğindeki çöplük Uzunburun Katı Atık Bertaraf ve Düzenli Depolama Tesisinin açılmasıyla tarihe karışıyor.


Yıllardır yazıp durduğumuz üzerine konuşmalar yaptığımız, sunumlar hazırladığımız, kitaplar yazdığımız Spil Dağı eteğindeki çöplük Uzunburun Katı Atık Bertaraf ve Düzenli Depolama Tesisinin açılmasıyla tarihe karışıyor. Manisa’da vahşi çöp depolamaya nokta kondu…

Manisa Çöplüğüne çözüm bulabilmek için, Manisa Valisi Sayın Orhan Işın ve Belediye Başkanı Bülent Kar’ın görevde bulunduğu dönemde, Gazetelerde “Çöplük Develi Köyüne Taşınıyor” haberini okuyunca, eyvah köylüler karşı çıkarlar demiştim. Öyle de oldu. Karşı çıkmalarının nedeni çöplüğün taşınacak olmasıydı. Oysa çöplük taşınmayacak Develi köyüne Katı Atık Ayırma ve Değerlendirme Merkezi Yapılacaktı. “Çöplük Taşınıyor” denilmesi köylüleri ayağa kaldırmaya yetmişti.

Çöp denilince hepimiz rahatsız oluyoruz. Elbet Develi köylüleri de rahatsız oldular. Yapılmak istenen çöplüğe yeni yer bulmak değil. Yapılması gereken katı atıkların yeniden kazanımını sağlamaktı aslında. Eğer çöplük Develi Köyüne taşınacaksa ve Manisa’nın çöpü götürülüp Develi köyüne dökülecekse köylüler haklıydı. Develi köyüne katı atık değerlendirme tesisleri yapılacaksa, katı atıkların değerlendirileceği alanda sızdırmazlık sağlanacaksa, çevrede kirlilik yaratmayacaksa, katı atıklar geri kazanılacaksa özetle kurulacak tesis örnek bir tesis olacaksa, köylüleri ikna etmek için herkes gibi ben de çalışırım demiştim. Öncelikle bir konuda anlaşmak gerekiyor. Biz yeni çöplük yeri mi arıyoruz, yoksa katı atıkları geri kazanmak için mi çalışacağız? Bu sorunun yanıtını net vermeliyiz. Önce netleşmeli ve dil birliği yapmalıyız. “Spil dağının eteğindeki Şahin Deresinin ağzı doldu, şimdi çöp dökmek için yeni yere ihtiyacımız var” diyorsak hiç kimse yanında yöresinde çöplük istemez. Yıllarca sürecek davalar açılır, hem rahatsız oluruz hem de soruna bir çözüm getirememiş oluruz. Bunları tartıştık yıllarca.

“Çöp Deyip Geçme” isimli bir sunum hazırladım. Ve ardından,  o dönemde yöneticiliğini yaptığım Yeni Manisa Öncü Sitesinde kısaca KAYK dediğim, Katı Atıkların Yeniden Kazanımı projesi başlatmıştım. Katı Atıkların Yeniden Kazanımı 1993 yılında Ümraniye Çöplüğü’nün patlaması ve 39 yurttaşımızın çöplük yığınları altında can vermesinden sonra daha yoğun biçimde gündemimize gelmeye başlamıştı.

Kayk yaşadığımız çevre ve kent için de önem taşıyor. 2005 yılı başında katı atıkları evde ayırma çalışmaları başladı. Evde ayrı ayrı topladığımız katı atıklar Belediye tarafından ayrı ayrı toplanacak ve değerlendirilecek, yani geri dönüştürülecek, yani geri kazanılacak diyorduk sürekli olarak.

Hiçbir zorunluluk olmadan, büyük bir duyarlılıkla katı atıkların geri kazanılması için çalışma başlatılması, bunun için toplama kumbaralarının yapılması, toplanan katı atıkların verilebileceği yerlerle görüşülmesi, her  görüştüğümüz kişi ve kuruluşun çalışmaya ilgi göstermesi, bu konuda kitap hazırlanması, abartmadan söylüyorum, katı atık konusunda bir devrim niteliğindedir.

Her türlü çevre sorunundan bunalan insanlar olarak, bunları dile getirmek, bunları yapanlarla mücadele etmek her etkin yurttaşın görevi olmalı. Bu bilinç yaygınlaştığında sorunların azalacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Çevre sorunlarıyla mücadele için; özverili olmamız, kendimizden önce toplumu düşünmemiz, yaşadığımız kenti, insanları ve doğayı sevmemiz gerekiyor. Soran sorgulayan, bilgi edinmeye açık etkin yurttaşlar olmamız gerekiyor.

Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Cengiz Ergün, vahşi çöp depolanmasına dur demek için, Katı Atık Bertaraf ve Düzenli Depolama Tesisinin kurulmasını gerçekleştirerek Manisa tarihine önemli bir not düşmüş oldu. Kendisini ve çalışma arkadaşlarını yürekten kutluyorum. Keşke kurulan tesisin adı “Katı Atıkların Yeniden Kazanımı” KAYK Tesisi olsaydı. Çünkü amaçlanan bertaraf etmek değil, yeniden kazanmaktır. Çağımız, yeniden kazanım çağıdır.

Yaşadığımız yüzyılda, çöpsüz ve çöplüksüz kentlerin hayal olmadığını da göreceğiz. Attığımız atıklar, kağıt, plastik, metal, cam geri kazanılacaktır. Atıklar evde ayrılacak, ayrı ayrı toplanacaktır.

Spil Dağı çöplüğü yok artık. Çöplük patlaması, yangın tehlikesi, suların ve toprağın kirlenmesi tarihe karıştı. Sağ olasın Sayın Cengiz Ergün, Manisa’da tarih yazdın...



27 Eylül 2017 Çarşamba

YUNTDAĞI ÇALIŞTAYI


Celal Bayar Üniversitesi, Manisa Yöresi Türk Tarihi ve Kültürünü Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen Yuntdağı Çalıştayı başladı.

Celal Bayar Üniversitesi, Manisa Yöresi Türk Tarihi ve Kültürünü Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen Yuntdağı Çalıştayı 27-28 Eylül 2017 tarihlerinde Obasya’da yapılıyor. Çalıştayda Yuntdağı köyleri nasıl kalkındırılabilir? Yuntdağı’nda Kırsal Turizmin gelişmesi için neler yapılabilir sorularına yanıt aranacak.

Günlerdir çalıştaya hazırlanıyoruz. Obasya Turizm Geliştirme Kooperatifini kurma öncesinde ve Obasya Kırsal Turizm Tesislerini projelendirme ve uygulama aşamasında eylem içinde yaşayarak edindiğim bilgileri özetlemeye çalışacağım yapacağım sunumda. Sunumumu, önermelerimi doğrulayacak ve Yuntdağı köylerinde çalışma yapacakların ufkunu açacağını düşündüğüm farklı illerdeki iki örnek olarak Nallıhan ilçesinde ve Kars’a bağlı Boğaköy’de sivil toplum olarak gördüğümüz dernekler aracılığı ile yapılan çalışmaları aktarmaya çalışacağım.

Çalıştayda çalışma masaları oluşturulacak. Sivil Toplum Çalışmalarının görüşüleceği masada, Sivil topluma ilişkin düşüncelerimizi paylaşacağız. Sivil Toplum, devlet kurumlarının dışında kendini yönlendirebilen, hak ve özgürlüklerini savunabilen, soran sorgulayan, katılan, uygarca tartışan, karar alma ve uygulama yeteneği gelişmiş, hızla örgütlenebilen, vatandaşlardan oluşan topluluklardır. Demokrasinin gelişmesiyle bir takım kesimlerin kendi hak ve çıkarlarını korumak amacıyla örgütlenmeleri sonucu ortaya çıkmıştır. Dernekler, sendikalar, platformlar aklımıza gelen sivil toplum örnekleridir.

Sivil toplumun işlevleri: Bireysel hak ve özgürlükleri güvence altına almak; bireylerin ve toplumun istek ve kaygılarını dile getirmek; hak ve çıkarlarını korumak; özgürlükleri güvence altına almak; toplumda demokratik anlayışın, yerleşmesine katkıda bulunmak; ihtiyaç sahiplerine, sağlık, eğitim gibi konularda gönüllü yardımlarda bulunmak; bu alanlarda devletin yükünü azaltmak şeklinde özetlenebilir.
Kırsal kalkınmanın ve kırsal turizmin gelişmesinin ve sürdürülebilirliğinin sağlanabilmesi için sacayağı bir yapılanmaya ihtiyaç var. Devlet yasal düzenleme yapacak ve parasal destek sağlayacak. Yerel yönetimler planlama projelendirme ve altyapı konularında yardımcı olacak. Sivil toplum talep örgütlenmesi yapacak, öz kaynak sağlayacak, projeler yapıp uygulayacak ve yönetecek.

Tek başına, devlet ya da Belediyeler eliyle kırsal kalkınma ve kırsal turizm olmaz. Devletin ve belediyelerimizin “biz yaparız” yerine, “biz destek verelim siz yapın” anlayışını benimsemeleri gerekir.

Sivil toplumun öncülük ettiği, etkin biçimde içinde olduğu, sonuca değil, sürece odaklanmış girişimlerle başarılı çalışmalar yapılabilir.  Yuntdağı Çalıştayı kırsal turizm konusuna yeniden yönelmemize bildiklerimizi gözden geçirmemize neden oldu. Bu tür çalıştayların çoğalması, bilgilerin büyütülmesini ve paylaşılmasını kolaylaştıracaktır. Çalıştaylar devam etmeli, bilgiler paylaşılarak büyütülmeli ve projelere dönüştürülmeli.

Obasya, kurum ve kuruluşları ve STK’ları çalıştaylarda buluşmaya davet ediyor.



21 Eylül 2017 Perşembe

CEHALET


En büyük düşmanımız cehalet. Cehaleti yenmeden, ne kişinin ne de ülkenin esenliğe çıkmasına olanağı yok.


Cehaletle, sefaletle mücadeleyi gündemin alt sıralarına öteledikçe, yuvarlanan kartopu gibi büyüdüğü, günümüzü ve önümüzü kararttığı görülüyor...

“On altı yaşında ölüyor, altmış yaşında gömülüyoruz.” diyor, Doğan Cüceloğlu “Savaşçı” isimli kitabının bir yerinde. Öğrenmenin bitmesini ölmek anlamına kullanıyor Sayın Cüceloğlu. Anlamlı ve coşkulu bir yaşamın, ön koşulu sürekli öğrenmek. İnsan öğrendikçe yaşar. Yaşamak salt soluk almak değil. Yaşamak salt yemek içmek de değil. İnsanın yaşadığının göstergesi,  öğrenmek ve öğrendiğini eyleme dönüştürmektir. Bu açıdan baktığımızda çevremizde gerçekten yaşayan, anlamlı ve coşkulu bir yaşam sürdüren insanların azlığını görürüz. İşte o zaman yüreğimize yalnızlığın acısı çöker. Ölüler kalabalığı içinde yalnızlığı yaşamaya başlarız.

Cahilliğimizi nasıl aşacağız? Cahilliğimizi okumadan aşabilir miyiz? Cahilliği okumadan, ancak anlayarak okumadan aşamayacağımızı biliyoruz. Çoğu insan anlamak için değil, ezberlemek için okuyor. Ezberlediği bilgilerin çoğu da hayatta hiç işine yaramıyor. Nasıl okuyacağız? Elbet planlı ve amacımıza uygun biçimde okuyacağız. Beynimizi gereksiz bilgilerle doldurmak, zamanımızı boşa harcamak için değil, beynimizi geliştirmek, yararlı bilgiler edinmek, daha doğrusu bilgi edinmeyi öğrenmek için okuyacağız.

Son günlerde okumayan bir toplum olduğumuzun sıkça yinelendiğine tanık oluyoruz. Evet okumuyoruz. Basılan kitap sayılarına bakın, Sürekli artan nüfusumuzla karşılaştırın. Bu konuda fazla söze gerek yok. Okumuyoruz. Okumadığımız için de cahil kalıyoruz. Büyüyen cahilliği yenemiyoruz. Cahil kaldığımız için de sıkıntılarımız sorunlarımız kartopu gibi büyürken, gerekli çözümleri üretemiyoruz. Bugünle uğraşmaktan geleceğe bakamıyoruz.

Televizyonların bir çoğunun içeriksiz havadan sudan kof içi boş programlar yaptığını görüyoruz. Halkın öyle programları izleyeceğini düşündükleri için öyle yapıyorlar. İzlenen programlar, belgeseller değil. Eğitim programları değil. İzlenen programlar dedi kodu ve bol paralı yarışma programları. Halkın izleyeceğini bilseler, daha güzel programlar yapmazlar mı? Elbet yaparlar. Düşünün bir kez, hep birlikte bir karar alsak, dedikoduların gündeme getirildiği zaman öldürmekten başa işe yaramayan programları izlemesek. İzlenmeyen bu programları sürdürebilirler mi? Sürdüremezler...

Ülke olarak, yeni bir atılıma, yeni bir seferberliğe ihtiyacımız var. Düşünen, sorgulayan, üreten insana ihtiyacımız var. Yeni özgür etkin yurttaşı ortaya çıkarmak için, seferberlik ilan edilmeli. Eğitim sistemimiz bunun için yeni baştan düzenlenmeli. Bunu başarmak içinde birleşebileceğimiz ortak paydaları çoğaltmamız gerekiyor. Ancak insanlarımız birleşmek için değil ayrılıkları derinleştirmek için, nedenler üretme hastalığından bir türlü kurtarılamıyor. Tek bildiğimiz konu, marifet göstereceğimiz yerde mazeret üretmek. Mazeret üretmede üstümüze yok.

Yetişkinler, özellikle ana babalar eğitimden geçirilmeli. Eğitim, sürekli hale getirilmeli. Eğitim yaşam boyu kesintisiz olmalı.  Ana baba eğitimi eğitimin temeli olarak ele alınmalı. Okumak, sürekli okumak  özendirilmeli. Yerel yönetimlerin, okuma salonları, kitaplıklar açmaları sağlanmalı. Okuma salonlarında her türlü kitap bulundurulmalı. Futbol takımlarına ve stadyumlara aktarılan milyarlar, okuma salonlarına, kitaplıklara da aktarılabilmeli.

Cehalet aşmamız gereken bir sorun olarak önümüzde duruyor. Cehaleti yenmek için, birlikte olmamız ulusal dayanışma yapmamız, seferberlik ilan etmemiz gerekiyor. E, haydi o zaman, daha ne bekliyoruz ki...



14 Eylül 2017 Perşembe

KIRSAL TURİZM


Tarımın ve sanayinin geliştiği Manisa`da, turizmin gelişmesi için yapılan tüm girişimler büyük ölçüde sonuçsuz kalıyor.

Doğal güzelliklerine, tarihi zenginliklerine rağmen, Manisa turizmden pay alamıyor.

Manisa “Tantalos İşkencesi” çekiyor. “Tantalos İşkencesi de neymiş?”diyenleri duyar gibiyim. Varlık içinde yokluk yaşayan kişi ve toplumlar için “Tantalos İşkencesi çekiyor” denilir. Başka bir köşe yazısında anlatmak isterim Tantolos İşkencesini.

Manisa turizmden de pay alabilir. Kırsal Turizm Manisa’da geliştirilebilir. Bu düşüncelerle yola çıkıp, Obasya Kırsal Turizm tesislerini kurduk. Manisa Obasya tesislerinin sürdürülebilirliğini sağlayamadığında, her zaman başarısız bir örnek olarak, turizmin önünü tıkayacak, girişimcilerin kırsal turizmden uzak durmalarına neden olacaktır. Obasya Kırsal Turizm tesislerinin sürdürülebilirliğini sağlayamazsak yuh olsun bize.

Ne diyecekler, Manisa’da birlikte iş görme alışkanlığı yok diyecekler. Manisa’da aidiyet duygusu zayıf diyecekler. Manisalılar dayanışma yapamaz diyecekler. Manisa’da kırsal turizm olmaz diyecekler. Daha neler derler bilmem. Bize düşen görev Obasya’yı geliştirmektir. Bu görev sadece Obasya’yı kuranlara düşmüyor. Bu görev, Belediyelerimize, Valiliğimize, ilgili kurum ve kuruluşlara, sivil toplum örgütlerine düşüyor. Bu görev ben Manisalıyım diyenlerin tümüne düşüyor. Bu görev Yuntdağı köylülerine düşüyor. Dediğim gibi bu tesisleri yaşatamazsak yuh olsun bize. Mazeret üretmeyi bırakıp marifet göstermeye çalışmalıyız.

Ülkeler için önemli bir gelir kaynağı olan turizm sektörü, uluslararası ticaretin gelişmesine ve insanların yaşam standartlarının yükselmesine katkı sağlıyor. Turizm sektörünün, özellikle tarihi zenginlikleri ve doğal güzellikleri fazla olan ülkelerin kalkınmasında son derece önemli bir lokomotif görevi yüklendiğini biliyoruz.  Kalkınmadaki önemli rolü sebebiyle, ülkeler kendilerine has turistik cazibeleriyle, turistleri etkileme ve daha fazla turizm geliri elde etme yarışı içindedirler. Manisa olarak biz bu yarışın içinde miyiz? Yarışın neresindeyiz?. Sahip olduğumuz turistik değerleri değerlendirebiliyor muyuz?

Turizme katılan ziyaretçilerin olağandan farklı bir deneyim yaşamak, yeni şeyler keşfetmek, farklı olanı görmek yönündeki istekleri alternatif turizm türlerine verilen önemi arttırırken, biz neler yapıyoruz? İnsanların kentsel hayat tarzından bunalmaları, onları en azından tatil sürelerini kırsal bölgelerde kırsal hayat tarzını yaşamaları sağlanabilir. Günümüzde turizm talebine bağlı olarak kırsal turizme gerekli önem verildiğinde, projeler geliştirildiğinde, kalkınmaya büyük katkısının olacağı bilinmelidir.

Obasya’da, 16 Eylül’de Azerbaycan’dan gelen konuklarımızı ağırlayacağız. 27-28 Eylül’de Celal Bayar Üniversitesi ve yerel yönetimlerin katkılarıyla Yurtdağı Çalıştayı yapılacak.

Obasya’da Çakabey ve Altuncan Hatun belgesellerinin çekimleri yapıldı. Obasya tarihi filmlerin çekileceği mekan haline getirilebilir. Bunun için, Yerel Yönetimlerin, İlgili Kurum ve Kuruluşların katkıları gerekiyor. Sanayicilerimiz sosyal sorumluluk projesi olarak görüp, Obasya’ya destek olabilirler.

Gelin Obasya’yı bilirlikte geliştirelim. Obasya’ya birlikte sahip çıkarak kırsal turizmin önünü açalım.


Manisa’da Tantalos İşkencesini bitirelim…







8 Eylül 2017 Cuma

MANİSA'NIN KURTULUŞU


Kurtuluş günlerini ve milli bayramlarını önemine yaraşır özenle kutlamayan ülkeler, bağımsızlıklarını daha kolay yitirirler.

8 Eylül Manisa’nın Kurtuluşu için köşe yazısını yazmaya başlamadan önce, Google'a "Manisa'nın Kurtuluşu" yazıp bir arama yaptırdım. Göğsümü kabartan kahramanlık öyküleri çıkmadı bu aramadan. Sizde deneyeblirsiniz. Manisa'nın Kurtuluşunu yazmaya Manisa'nın işgalinden başlayayım dedim. İşin derinliğine indikçe canımın sıkılması artmaya başladı. Manisa'nın işgali, insanın yüreğini burkan bir öyküdür.  Güzel bir kenti, bir tek kurşun atmadan, düşmana teslim ediyorsunuz. İçinizden çıkan hainleri görüyorsunuz.  İşgali anımsamak insan öfkelendirmekten başka bir işe yaramıyor. Ancak gerçekleri bilmeli, kahramanları hainlerden ayırmalıyız.

Manisa'nın Kurtuluşu deyince 8 Eylül 1922'de Mustafa Kemal'in askerlerinin Manisa'yı kurtarması ve Spil Dağına sığınan Manisalı hemşehrilerimin akın akın Manisa'ya dönmesi canlanıyor gözlerimin önünde. İşgali araştırırsanız, sonradan Hüsnüyadis adını alacak olan Manisa Mutasarrafı (valisi) Giritli Hüsnü adıyla karşılaşırsınız. Halkın direnişini kıran, düşmanı törenle karşılayan hain Hüsnüyadis. Hüsnüyadis'i yazamazdım, kurtuluş gününde. Manisa bir avuç Yunanlı tarafından yakılırken karşı çıkmayanları yazamazdım. Yunana karşı direnmek isteyen Parti Pehlivan'a destek olmak şöyle dursun, engel olanları yazamazdım. Bu hain Hüsnüyadis varya, bu Manisa'yı düşmana bir kurşun bile attırmadan teslim eden Hüsnüyadis, araştırdıkça, okudukça öfkemi kabarttıkça, keşke yeni Hüsnüyadis'ler olmasa diye düşünebildim sadece. Keşke yeni Hüsnüyadis’ler olmasa…

Müftü Alim Efendi adını ve anısını yaşatmak için, çalışmalar yapmalıyız. Parti Pehlivan ve diğer kurtuluş kahramanlarımız için de yapılmalı aynı çalışmalar. Anıtlarını yapabiliriz. Bir caddeye, bir parka ya da bir binaya adlarını verebiliriz. Kurtuluş haftasında düzenlenen etkinliklerde anabiliriz bu kahramanlarımızı. Hüsnüyadis’leri lanetle anarken, kahramanlarımızın adlarını ve anılarını yaşatacak girişimlerde bulunabiliriz.

8 Eylül'de Manisa, 9 Eylül'de İzmir kurtarılarak, Cumhuriyetin yolu açıldı. Onun için, Atatürk ve Kuvay-i Milliye Anıtının bulunduğu noktaya Cumhuriyet Kapısı adını vermiştik. Ancak kimsenin bu adı kullandığı yok. Cumhuriyet Kapısı adı öne çıkarılmalı ve kullanılmalı. Cumhuriyet Kapısı kentimizin dört kapısından ilk yapılanı oldu.  Fatih Kapısı, Bereket Kapısı ve Uygarlık Kapıları yapıldığında kentimizin tarihi kimliği daha çarpıcı biçimde çıkacaktır ortaya.

Geçmişine sahip çıkmayan ülkeler geleceğini kuramazlar. Bizi birbirimize bağlayan ortak değerlerimizin başında bayrağımız ve cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk vardır.  Türkiye’de iç savaş çıksın, Türkiye bölünsün diye hayal kuranlar, planlar yapanlar her zaman oldu ve olacaktır. Düşmanlarımızın bu hayallerini kursaklarında bırakabilmek için, her zamankinden daha çok birlik ve bütünlük içinde olmamız gerekiyor.

Gün ayrıldığımız noktaları öne çıkarma günü değil, gün birleştiğimiz noktaları öne çıkarma birlik ve bütünlüğümüzü güçlendirme ve ülkemizi savunma günüdür. Bizi ayrıştıran ne varsa uzak duracağız. Bizi birleştiren ortak değerlerimizi öne çıkaracağız.

30 Ağustos 1922’de tarihe altın harflerle yazılan büyük zaferin ardından, Mustafa Kemal “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri.” komutunu verir. Ordularımız işgal edilen köyleri kasabaları kurtara kurtara Ege’ye yöneldiler. 8 Eylül’de Manisa, 9 Eylül’de İzmir kurtarıldı. Ve Cumhuriyete giden yol açılmış oldu.



7 Eylül 2017 Perşembe

ÇAYBAŞI DERESİ


Mitolojide Akhelos Irmağı olarak adı geçen, Çaybaşı Deresi kentimizin önemli zenginliklerinden sadece bir tanesidir.

Mitolojide Akhelos Irmağı olarak adı geçen, Çaybaşı Deresi olarak adlandırdığımız dere ve özellikle Niobe kayasının bulunduğu alan kentimizin önemli zenginliklerinden sadece bir tanesidir. Homeros’un İlyada destanında anlattığı Niobe kayası ve çevresi Homeros’un dışındada bir çok yazara, ressama oyuncuya esin kaynağı olmuştur. Yurtdışındaki müzelerin çoğunda Niobe’ye ilişkin çeşitli yapıtlar sergilenmektedir.

Dağların, taşların, ağaçların, nehirlerin ve insanların hikayeleri, efsaneleşerek binlerce yıldır, şiir olur, türkü olur, öykü olur, masal olur, kuşaktan kuşağa aktarılır, efsaneleşir uygarlık köprüsü Anadolu’da.  Efsaneler ilk bakışta, uydurma öyküler gibi görünse de, onlar aslında olağandışı olayları yorumlayan, geçmişten günümüze ulaşan ve yaşayan kökleri derinlerdeki halk öyküleridir. Niobe’nin öyküsü de böyle bir öyküdür işte.

Kentimizde büyük paralar harcamadan yapılacak, ancak getirisi büyük olacak işler var. Yapılacak çalışmalar hızla projeye dönüştürülebilir. Hazırlanacak her iyi projenin de kendi kaynağını yarattığı görülecektir. Yeter ki, çalışmalar geniş katılımla yapılsın. Yeter ki, düşünceyi üretenlerin görüşü alınsın. Yeter ki, “yaptım oldu” denilmesin.

Yapılacak çalışmalardan birçok yeni projenin çıkabileceği görülmüştür. Manisalılar olarak bize düşen görev çalışmalara katılmak ve katkıda bulunmaktır. Elimizi taşın altına koyalım. Manisalılar olarak, mazeret üretmek yerine marifet göstermeye çalışalım.

Görkemli Spil Dağımıza, Spil Dağımızın kuzey doğusundaki Anadolu’nun Bereket Tanrıçası Kybele kaya yontusuna, Kuzey batısındaki Niobe kayalıklarına, Çaybaşı Deresine ve buram buram Anadolu kokan destanlarına ve Egeli Ozan Homeros’a sahip çıkmalıyız.  Bu bilinçle, Niobe Kayasının ve Kybele Kaya Yontusunun çevresini doğayla uyumlu ve önemine yaraşır biçimde yeniden düzenleyerek turizme açmalıyız. Bu alanda niye bir Homeros heykeli olmasın ki?... Niobe’nin öyküsünü Homeros anlattığına göre bu alana Homeros heykeli çok yakışacaktır…
Homeros’a esin kaynağı olan Niobe Kayalıkları ve Çaybaşı Deresi’nin çocuklarımıza da esin kaynağı olabilmesi için, korunmasını ve bozmadan gelecek kuşaklara ulaştırılmasını öncelikli görevimiz saymalıyız...

Görkemli Spil Dağı, Niobe Kayası ve çevresi, Kybele Yontusu, Homeros’un destanlarında anlattığı Tantalos ve çocukları Niobe ile Pelops, benzerlerine çok az kentin sahip olduğu, kentimizin kıskanılacak zenginliğidir. Kıymetini iyi bilmeliyiz.


Spil Dağı, Niobe ve Kybele için Ödüllü,  Roman, Öykü, Kısa film ve Fotoğraf yarışmaları düzenlenmelidir. Mitolojiyi konu alan bir roman Spil Dağımızı bir anda dünya gündemine taşıyabilir. Yarışmadan bir değil birkaç roman çıkabilir. Kim bilir, belki yarışmayı kazanan romanların bazılarından film bile yapılabilir.



31 Ağustos 2017 Perşembe

BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN


Kurban Bayramınızı erkenden kutluyorum.

Siz bu yazıyı okurken ben, İstanbul’da Hüsnü Özyeğin Vakfının düzenlediği, kırsal kalkınma konulu bir toplantıda Obasya’yı anlatıyor olacağım. Ardından 10 günlük tatil başlayacak. Kentler yine boşalacak insanlar deniz kıyılarına akacak.

Bir kurban bayramını daha kutlayacağız telaş içinde. Her bayramın üçüncü günü saat 11.00’de Yeni Manisa Öncü Sitesi’nde oturanlar olarak sitenin sosyal tesisinde bayramlaşırdık. Güzelde olurdu. Barışı kardeşliği dayanışmayı güçlendirmek için bu tür gelenekler oluşturulmalı.

Korkarım yine bu bayramda da trafik canavarına kurbanlar vereceğiz. Bayram için, kentler ve ülkeler arasında yolculuk yapanlar ne olur trafik kurallarına uysalar, ne olur süratli gitmeseler. Her bayram, yüzlerce yurttaşımızı trafik kazalarında kurban vermesek.

Bayramlar, benim için, içime bakmaya, kendimle konuşmaya fırsat  tanıyan günler oluyor. Kendinizle konuşmayı, deli derler diye sokakta, işyerinde yapamıyorsunuz. Kendisiyle konuşanlara deli diyenlerinde zaman zaman kendisiyle konuştuklarını düşünüyorum. İnsan kendi içine bakmaya ve kendisi ile konuşmaya da zaman ayırmalı. Bana böyle bir fırsat tanıdığı için de seviyorum bayramları. Bayramları sevişimin başka nedenleri de var elbet. İnsanlar, daha sevecen, daha barışçı oluyorlar bayramlarda. Özellikle çocuklar daha sevinçli oluyorlar. Çocukları sevinçli görmek beni mutlu etmeye yetiyor.

“Eski bayramlar şöyleydi, eski bayramlar böyleydi.” diyerek, geçmişe özlem duyulmasını, ağıtlar yakılmasını pek doğru bulmuyorum. Eski bayramlar, eskinin koşulları içinde güzeldi. Şimdi eskinin koşulları olmadığına göre, bayramlar da eskinin bayramları gibi olamayacaktır. Önemli olan, yeni güzellikleri, yeni günün koşulları içinde yaratabilmektir. Geçmişe özlemi körüklemek yerine, geleceğe umudu güçlendirerek bayramları kutlamak önemli. Günümüzün bayramlarını da güzel yapmak, bayramı bayram gibi yaşamak kendi elimizdedir. “İnsan değişmez” sözünü doğru sayıp, değişememeyi savunma olarak çok kullandım. Ancak, şimdi yanıldığımı düşünüyorum. İnsan isterse değişebilir. İstemek değişimin ilk adımıdır. İkinci adım da değişim için çalışmak olmalı. Bahsettiğim değişimin özünde gelişim var elbet.

İnsan değişebilir. Değişmelidir de. İnsanın zaman zaman içine bakması ve kendisi ile konuşması insanı değişim noktasına getirebiliyor. Uzun süreli bayram tatili size bu fırsatı verebilir.

“İnsan değişmez” dersek. “Böyle gelmiş, böyle gider” de dememiz kaçınılmaz oluyor. Oysa, böyle gelmiş ancak böyle gitmemeli.  Böyle gelmiş böyle gitmemeli diyorsak, değişimin gerekliliğini de ortaya koymuş oluyoruz. Değişimin gerekliliğini anlayınca da, değişimin yönünü belirlemiş oluyoruz. İşin bundan sonrası çalışmaktır sadece. Yine o çok yinelediğimiz “ben nerede hata yaptım” sorusunu kendimize sorarak başlayacağız çalışmaya.

Acaba şu trafik canavarı ile baş edemez miyiz? Acaba diyorum, değişemez miyiz? Doğruya güzele, çağdaş uygarlığa doğru daha hızlı biçimde yönelemez miyiz?  Acaba, her bayramda trafik kazaları mı izleyeceğiz? Dileğimi yineliyorum. Dilerim bu bayramda ölümlü trafik kazaları olmaz.

Bu bayram benim düşündüklerimi sizlerde düşünmüşsünüzdür elbet. Ancak düşünmek yetmiyor. Düşünceyi eyleme dönüştürmek gerekiyor...

Bayramınız Kutlu Olsun.



29 Ağustos 2017 Salı

ZAFER BAYRAMI


30 Ağustos 1922'de Dumlupınar Meydan Muharebesi'nin kazanılması ve ardından Yunan ordusunun denize dökülmesi, Anadolu'yu işgal etmek isteyenlere verilmiş büyük bir derstir.

Yurdumuzu bölmek ve işgal etmek isteyenlerin kovulmasından bugün bile çıkarılacak dersler vardır.

Mustafa Kemal 1 Eylül 1922'de "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir" emrini verir. Ve Şanlı ordumuz, zaferlerle dolu bir yolculuğa çıkarak, 8 Eylül'de Manisa'yı, 9 Eylül 1922'de İzmir'i kurtarır. Ve böylece cumhuriyete giden yol açılmış olur.

Zafer Bayramını şehit haberleri dinlerken ve şehitlerimiz için yapılan cenaze törenlerini gözyaşları içinde izlerken kutlamaya hazırlanıyoruz.

Ulusal Kurtuluş Savaşımızı, milli bayramlarımızı ve kentlerimizin kurtuluş günlerini giderek daha da artan bir coşkuyla kutlamalıyız. Şehitlerimizi sevgiyle, minnetle, rahmetle anmalıyız.  Atatürk’ü yüreğimizden ve dilimizden hiç düşürmemeliyiz. Kurtuluş yolu Atatürk'ün gösterdiği, bilimin aydınlattığı çağdaş uygarlık yoludur.  Anıtkabir her zaman dolup taşmalı.  Milli duygularımızın büyüklüğü, şehit kanlarıyla sulanan bu vatanı, devletimizi, milletimizi, birliğimizi ve bağımsızlığımızı simgeleyen bayrağımıza olan saygımızı dost ve düşmanlar hep görmeli.

Kara bulutlar kaplamış gökyüzünü. Kırılmış kolumuz kanadımız. Silahlarımız alınmış ellerimizden. Ordularımız dağıtılmış. İhanet çöreklenmiş ülkemin üstüne kara bir yılan gibi. Kenetlenmiş çenelerimiz, suskunuz. Suskunuz ama umutsuz değiliz. Bağımsızlık için çarpıyor yüreklerimiz. Ülkeyi böyle kurtardık; Cumhuriyeti böyle kurduk biz. Böyle sahip çıkarız.

Anadolu'ya çevrilmiş kem gözler. Ülkemizi bölmek, parçalamak, yok etmek istiyorlar. Oysa esas olan, Türk milletinin şerefli bir millet olarak birlik, bütünlük ve kardeşlik içinde yaşamasıdır. Bu da ancak bağımsız kalmakla olur. Bağımsızlıktan yoksun olan uluslar karanlıktan kurtulamazlar. Türk'ün onuru, Türk'ün yetenekleri büyüktür. Türk’e tutsak olarak yaşamaktansa ölmek yaraşır. Öyleyse, "Ya bağımsızlık ya ölüm" diyordu Mustafa Kemal. Ya Bağımsızlık Ya Ölüm...

Ülkemizin nasıl kurultarıldığını ve ardından cumhuriyetimizin nasıl kurulduğunu biliyoruz. Bu güzel vatanda şanlı bayrağımız altında ulusal birliğimizi ve cumhuriyetimizi koruyarak kardeşçe yaşamaktan başka seçeneğimiz yok. Doğru olan, birlikte insanca ve özgürlük içinde yaşamaktır, gerisi hikaye. Bunun dışındaki her çözüm, yok oluştur, bitiştir, felakettir. Bunun dışındaki her çözüm sadece düşmanlarımızı güldürür. Bu vatan kolay kazanılmadı. Bu cumhuriyet kolay kurulmadı. Kıymetini bilelim.

Bayrak ve Atatürk birliğimizin bütünlüğümüzün değişmeyen simgeleridir. Bizi bölmek parçalamak isteyenler, Atatürk'e saygısızlık edenlerdir. Yabancı devlet adamlarından  Anıtkabir'e gitmeyenlere bakın onların bizim dostumuz olmadığını ülkemiz için örtülü emellerinin olduğunu hemen görürsünüz.

Milli bayramlar, bizi güçlendiren bağlardır. 30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun.

Evlerimizi, balkonlarımızı bayrak ve Atatürk resimleriyle süsleyelim...



25 Ağustos 2017 Cuma

ETİK VE ESTETİK ÇÖKÜNTÜ


Bu aralar, kentlerimizde etik ve estetik sorunu yaşanıyor, cümlesini çok kullanıyorum.

Niye, yaşadığımız toplumdan çok sayıda, her konuda adını duyuran çağdaş dünyada da ilgi uyandıracak yapıtlar üreten sanatçılar, buluşlar yapan bilim adamları, sporcular çıkamıyor, çıkanlara sahip çıkılmıyor diye düşünüyorum. Benim düşündüğümü birçok kişinin de düşündüğünü ancak, soruya inandırıcı, akılcı bir yanıt bulunamadığını biliyoruz. Çoğunluk sorunu ezbere dayanan eğitim sisteminde görüyor. Eğitim şart diyenlerin sayısı artıyor.

Ne oldu bize? Biz neden böyleyiz? “Türk gibi başlayıp, Alman gibi bitirmek” sözü neden söylenmiş. Eksikliklere, aksaklıklara kolayca alışıveren bir yapımız var. Tüm bunların nedenini acaba kadercilikte mi aramamız gerekecek. “E ne olmuş?” deyip çıkıveriyoruz işin içinden. Aslında zekamıza diyecek yok! Sorun sanırım tembelliğimizde. Zekiyiz ama tembeliz.

Bu aralar, kentlerimizde etik ve estetik sorunu yaşanıyor, cümlesini çok kullanıyorum. Çok kullanışımın nedeni, duyduğum rahatsızlık. Kentlerdeki çirkinlikler beni rahatsız ediyor. Beni rahatsız edenin birçok kişiyi rahatsız etmemesine üzülüyorum. Bunca yolsuzluk beni rahatsız ediyor... Beni rahatsız ettiği kadar, hepimizi etse, sorunun çözümleneceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Ancak “Bal tutan parmağını yalar” cümlesini sık kullanan bir toplumun yolsuzluklardan rahatsızlık duyduğunu söylemek pek kolay olmuyor.

Olumsuzluklara alışıveriyoruz hemen. Belli bir zaman dilimi içinde, belli girdileri kullanarak ve belli bir hızda çalışarak, yapabileceğimiz bir işi, güzel yapmak varken, kötü yapıp, “idare eder” diyerek, kabullendirmeye çalışmayı anlayamıyorum. Hele zamana karşı yarışılıyorsa, kötü ürünü, iyi gibi görmek ve göstermek boynumuzun borcu oluyor. Estetik erozyonun nedeni bu gibi geliyor bana.

Çok güzel binaların yanında, çok çirkinleri de var. Bakarsanız iki binaya da harcanan paranın farklı olmadığını görürsünüz. Bir çok binaya bakarım, bu kadar çok para, bu kadar çok emekle böyle bir çirkinliği yaratmayı nasıl başarıyorlar diye şaşırmaktan kendimi alamam. Gerçekten bunca çirkinliği yaratmayı nasıl başarıyorlar bilemiyorum.

Güzel bir gazete ile, kötü bir gazete için harcanan emek, zaman ve paranın pek farklı olmadığını biliyorum. Herhangi bir kişi, bakıyorsunuz daha az zaman, daha az emek harcayarak benzerlerinden daha güzel bir yapıt koyabiliyor ortaya. Bir ressam içinde durum aynı. Aynı tuval, aynı boya, ancak sonuç aynı değil. Burada önemli olan insan, eğitilmiş insan, estetik yönü gelişkin insan.

Estetik önemli dediğinizde, “önemsiz” diyen mi var?” diyorlar.  Önemliyse, her önemli konu gibi önemine yaraşır özen ister. Hele kentleşmede, hele yayıncılıkta, gazete çıkarmada, televizyonculuk yapmada bu özen işine daha büyük önem vermek gerekir.

“Ufacık ayrıntı” deyip geçiştiremeyiz işi. Ufacık ayrıntı deyip, görmezlikten gelirsek, devamında gelen ayrıntıları da “ufacık” deyip geçiştirmeye başlarız ki, işte bu estetik erozyonun başlangıcı olur.

Bildiğimiz toprak erozyonunu sık sık gündeme getirip, yeterli olmasa da belli önlemleri almaya çalışıyoruz da, etik ve estetik erozyonunu görmüyoruz bile. Hele estetik erozyonunun varlığından bile haberimiz yok.

Etik ve estetik erozyonla mücadele etmeden,  mutlu insan, mutlu toplum yaratamayız. Ne işbirliğini nede dayanışmayı güçlendirebiliriz. Etik ve estetik erozyonunu önlemezsek demokrasiyi de işletemeyiz. Etik ve estetik çöküntü devam ederse giderek ilkelleşiriz. Eller aya giderken biz yaya kalırız…

Etik ve estetik ayrılmaz ikizlerdir. Biri kötüyse diğeri iyi olamaz. Etik ve estetik değerleri yüksek insanlar yetiştirmek için, bilimin aydınlattığı uygarlık yolunda ilerlemek şart…



 
back to top